Onuncu Söz
Haşir Bahsi
İHTAR: (Şu risalelerde teşbih ve temsilleri, hikâyeler
Sûretinde yazdığımın sebebi; hem teshil, hem hakaik-i İslâmiye ne kadar makul,
mütenasib, muhkem, mütesanid olduğunu göstermektir. Hikâyelerin mânâları,
sonlarındaki hakikatlerdir. Kinaiyat kabilinden yalnız onlara delâlet ederler.
Demek, hayalî hikâyeler değil, doğru hakikatlerdir.)
بِسْمِ اللّهِ
الرّحْمنِ الرّحِيمِ
فَانْظُرْ
اِلَى آثَارِ رَحْمَةِ
اللّهِ كَيْفَ
يُحْيِى اْلاَرْضَ
بَعْدَ مَوْتِهَآ
اِنَّ ذَلِكَ َلمُحْيِى
اْلمَوْتَى وَهُوَ
عَلَى كُلِّ شَيْءٍ
قَدِيرٌ
Birader, haşir ve
âhireti basit ve avâm lisanıyla ve vâzıh bir tarzda Beyânını ister isen, öyle
ise şu temsilî hikâyeciğe nefsimle beraber bak, dinle:
Bir zaman iki adam, Cennet gibi güzel bir memlekete (şu
dünyaya işarettir) gidiyorlar. Bakarlar ki: Herkes ev, hâne, dükkân kapılarını
açık bırakıp muhafazasına dikkat etmiyorlar. Mal ve para, meydanda sahibsiz
kalır. O adamlardan birisi, her istediği şeye elini uzatıp, ya çalıyor, ya
gasbediyor. Hevesine tebaiyet edip her nevi zulmü, sefaheti irtikâb ediyor.
Ahali de ona çok ilişmiyorlar. Diğer arkadaşı ona dedi ki:
"Ne yapıyorsun? Ceza çekeceksin; beni de belaya
sokacaksın. Bu mallar mîrî malıdır. Bu ahali çoluk çocuğuyla asker olmuşlar
veya memur olmuşlar. Şu işlerde sivil olarak istihdam ediliyorlar.
sh: » (S: 51)
Onun için sana çok
ilişmiyorlar. Fakat intizâm şediddir. Padişahın her yerde telefonu var ve
memurları bulunur. Çabuk git, dehâlet et" dedi. Fakat o sersem inad edip
dedi:
"Yok, mîrî malı değil, belki vakıf malıdır,
sahibsizdir. Herkes istediği gibi tasarruf edebilir. Bu güzel şeylerden
istifadeyi men'edecek hiçbir sebeb görmüyorum. Gözümle görmezsem
inanmayacağım" dedi. Hem feylesofane çok safsatiyatı söyledi. İkisi
arasında ciddî bir münazara başladı. Evvelâ o sersem dedi:
"Padişah kimdir? Tanımam."
Sonra arkadaşı ona cevaben: "Bir köy muhtarsız olmaz.
Bir iğne ustasız olmaz, sahibsiz olamaz. Bir harf kâtibsiz olamaz, biliyorsun.
Nasıl oluyor ki, nihayet derecede muntâzam şu memleket hâkimsiz olur? Ve bu
kadar çok servet ki, her saatte bir şimendifer (Haşiye) gaibden gelir gibi
kıymettar, Mûsanna' mallarla dolu gelir. Burada dökülüyor gidiyor. Nasıl
sahibsiz olur? Ve her yerde görünen ilânnameler ve Beyânnameler ve her mal
üstünde görünen turra ve sikkeler, damgalar ve her köşesinde sallanan bayraklar
nasıl mâliksiz olabilir? Sen anlaşılıyor ki, bir parça firengî okumuşsun. Bu
İslâm yazılarını okuyamıyorsun. Hem de bilenden sormuyorsun. İşte gel, en büyük
fermanı sana okuyacağım."
O sersem döndü dedi:
"Haydi padişah var; fakat benim cüz'î istifadem ona ne
zarar verebilir. Hazinesinden ne noksan eder? Hem burada hapis mapis yoktur,
ceza görünmüyor."
Arkadaşı ona cevaben dedi:
"Yahu şu görünen memleket bir manevra meydanıdır. Hem
sanayi-i garibe-i sultaniyenin meşheridir. Hem muvakkat temelsiz
misafirhaneleridir. Görmüyor musun ki, her gün bir kafile gelir, biri gider,
kaybolur. Daima dolar boşanır. Bir zaman sonra şu memleket tebdil edilecek. Bu
ahali başka ve daimî bir memlekete nakledilecek. Orada herkes hizmetine mukabil
ya ceza, ya mükâfat görecek." dedi.
Yine o hain sersem, temerrüd edip: "İnanmam. Hiç
mümkün müdür ki, bu memleket harab edilsin; başka bir memlekete göç
etsin." dedi. Bunun üzerine emin arkadaşı dedi:
"Mâdem bu derece inad ve temerrüd edersin. Gel, hadd
ve hesa-
____________________
(Haşiye): Seneye işarettir. Evet bahar, mahzen-i erzak bir
vagondur. Gaibden gelir...
sh: » (S: 52)
bı olmayan delâil içinde
Oniki Sûret ile sana göstereceğim ki: Bir mahkeme-i kübrâ var, bir dâr-ı
mükâfat ve ihsan ve bir dâr-ı mücâzat ve zindan var ve bu memleket her gün bir
derece boşandığı gibi, bir gün gelir ki, bütün bütün boşanıp harab edilecek.
BİRİNCİ SûRET: Hiç mümkün müdür ki: Bir saltanat, bâhusus
böyle muhteşem bir saltanat, hüsn-ü hizmet eden mutilere mükâfatı ve isyan
edenlere mücâzatı bulunmasın. Burada yok hükmündedir. Demek başka yerde bir
mahkeme-i kübrâ vardır.
İKİNCİ SûRET: Bu gidişata, icraata bak! Nasıl en fakir, en
zaîften tut, tâ herkese mükemmel, mükellef erzak veriliyor; kimsesiz hastalara
çok güzel bakılıyor. Hem gâyet kıymetdar ve şahane taamlar, kaplar, murassa
nişanlar, müzeyyen elbiseler, muhteşem ziyafetler vardır. Bak senin gibi
sersemlerden başka, herkes vazifesine gâyet dikkat eder. Kimse zerrece
haddinden tecavüz etmez. En büyük şahıs, en büyük bir itaatle mütevâziyane bir
havf ve heybet altında hizmet eder. Demek şu saltanat sahibinin pek büyük bir
keremi, pek geniş bir merhameti var. Hem pek büyük izzeti, pek celâlli bir
haysiyeti, nâmusu vardır. Halbuki kerem ise, in'am etmek ister. Merhamet ise,
ihsansız olamaz. İzzet ise gayret ister. Haysiyet ve nâmus ise, edebsizlerin
tedibini ister. Halbuki şu memlekette o merhamet, o nâMûsa lâyık binden biri
yapılmıyor. Zâlim izzetinde, mazlûm zilletinde kalıp buradan göçüp gidiyorlar.
Demek bir mahkeme-i kübrâya bırakılıyor.
ÜÇÜNCÜ SûRET: Bak ne kadar âlî bir hikmet, bir intizâmla
işler dönüyor. Hem ne kadar hakikî bir âdalet, bir mizanla muameleler
görülüyor. Halbuki hikmet-i hükûmet ise, saltanatın cenah-ı himayesine iltica
eden mültecilerin taltifini ister. Adâlet ise, raiyetin hukukunun muhafazasını
ister; tâ hükûmetin haysiyeti, saltanatın haşmeti muhafaza edilsin.
Halbuki şu yerlerde o hikmete, o adâlet e lâyık binden biri
icra edilmiyor. Senin gibi sersemler, çoğu ceza görmeden buradan göçüp
gidiyorlar.
Demek bir mahkeme-i kübrâya bırakılıyor...
DöRDÜNCÜ SûRET: Bak hadd ü hesaba gelmeyen şu sergilerde
olan misilsiz mücevherat, şu sofralarda olan emsalsiz mat'umat gösteriyorlar
ki: Bu yerlerin pâdişahının hadsiz bir sehaveti, hesabsız dolu hazineleri vardır.
Halbuki böyle bir sehavet ve tükenmez hazineler, daimî ve istenilen her şey
içinde bulunur bir dâr-ı ziyafet ister. Hem ister ki, o ziyafetten telezzüz
edenler ora-
sh: » (S: 53)
da devam etsinler. Tâ
zeval ve firak ile elem çekmesinler. Çünki zeval-i elem, lezzet olduğu gibi,
zeval-i lezzet dahi elemdir. Bu sergilere bak! Ve şu ilânlara dikkat et! Ve bu
dellâllara kulak ver ki, mu'ciznümâ bir padişahın antika san'atlarını teşkil ve
teşhir ediyorlar. Kemâlâtını gösteriyorlar. Misilsiz cemâl-i mânevîsini Beyân
ediyorlar. Hüsn-ü mahfîsinin letâifinden bahsediyorlar. Demek onun pek mühim,
hayret verici Kemâlât ve cemâl-i mânevîsi vardır. Gizli, kusursuz Kemâl ise;
takdir edici, istihsan edici, mâşâallah deyip müşahede edicilerin başlarında
teşhir ister. Mahfî, nazîrsiz cemâl ise; görünmek ve görmek ister. Yâni, kendi
cemâlini iki vecihle görmek: Biri, muhtelif âyinelerde bizzât müşahede etmek.
Diğeri, müştak seyirci ve mütehayyir istihsan edicilerin müşahedesi ile
müşahede etmek ister. Hem görmek, hem görünmek, hem daimî müşahede, hem ebedî
işhad ister. Hem o daimî cemâl, müştak seyirci ve istihsan edicilerin devam-ı
vücudlarını ister. Çünki daimî bir cemâl, zâil müştaka razı olamaz. Zira
dönmemek üzere zevale mahkûm olan bir seyirci, zevalin tasavvuruyla muhabbeti
adavete döner, hayret ve hürmeti tahkire meyleder. Çünki insan, bilmediği ve
yetişmediği şeye düşmandır. Halbuki şu misafirhanelerden herkes çabuk gidip,
kayboluyor. O Kemâl ve o cemâlin bir ışığını belki zayıf bir gölgesini, bir
anda bakıp doymadan gidiyor.
Demek bir seyrangâh-ı daimîye gidiliyor...
BEŞNCI SûRET: Bak bu işler içinde görünüyor ki, o misilsiz
zâtın pek büyük bir şefkati vardır. Çünki her musibetzedenin imdadına
koşturuyor. Her suale ve matluba cevab veriyor. Hattâ bak, en edna bir hacet,
en edna bir raiyetten görse, şefkatle kaza ediyor. Bir çobanın bir koyunu, bir
ayağı incinse, ya merhem, ya baytar gönderiyor.
Gel gidelim, şu adada büyük bir içtima var. Bütün memleket
eşrafı orada toplanmışlar. Bak, pek büyük bir nişanı taşıyan bir yâver-i ekrem
bir nutuk okuyor. O şefkatli padişahından bir şeyler istiyor. Bütün ahali:
"Evet, evet biz de istiyoruz" diyorlar. Onu tasdik ve teyid
ediyorlar. Şimdi dinle, bu padişahın sevgilisi diyor ki:
"Ey bizi nimetleriyle perverde eden sultanımız! Bize
gösterdiğin nümunelerin ve gölgelerin asıllarını, menba'larını göster. Ve bizi
makarr-ı saltanatına celbet. Bizi bu çöllerde mahvettirme. Bizi huzuruna al.
Bize merhamet et. Burada bize tattırdığın leziz nimetlerini orada yedir. Bizi
zeval ve teb'îd ile tazib etme. Sana müştak ve müteşekkir şu mutî raiyetini
başı boş bırakıp îdam etme."
sh: » (S: 54)
diyor ve pek çok
yalvarıyor. Sen de işitiyorsun. Acaba bu kadar şefkatli ve kudretli bir
pâdişah, hiç mümkün müdür ki; en edna bir adamın en edna bir merâmını
ehemmiyetle yerine getirsin, en sevgili bir yâver-i ekreminin en güzel bir
maksûdunu yerine getirmesin? Halbuki o sevgilinin maksudu, umumun da
maksududur. Hem padişahın marzîsi, hem merhamet ve adâletinin muktezasıdır. Hem
ona rahattır, ağır değil. Bu misafirhânelerdeki muvakkat nüzhetgâhlar kadar
ağır gelmez. Mâdem nümûnelerini göstermek için beş-altı gün seyrangâhlara bu
kadar masraf ediyor, bu memleketi kurdu. Elbette hakikî hazinelerini,
kemâlâtını, hünerlerini makarr-ı saltanatında öyle bir tarzda gösterecek, öyle
seyrangâhlar açacak ki, akılları hayrette bırakacak.
Demek bu meydan-ı imtihanda olanlar, başı boş değiller;
saadet sarayları ve zindanlar onları bekliyorlar...
ALTINCI SûRET: İşte gel bak, bu muhteşem şimendiferler,
tayyareler, techizatlar, depolar, sergiler, icraatlar gösteriyorlar ki, perde
arkasında pek muhteşem bir saltanat vardır, (Haşiye) hük
________________________
(Haşiye): Meselâ: Nasıl şu
zamanda manevra meydanında harb usûlünde, "Silâh al, süngü tak"
emriyle koca bir ordu baştan başa dikenli bir meşegâha benzediği gibi; her bir
bayram gününde resm-i geçit için: "Formalarınızı takıp, nişanlarınızı
asınız" emrine karşı ordugâh, serâser rengârenk çiçek açmış müzeyyen bir
bahçeyi temsil ettiği misillü; öyle de rûy-i zemin meydanında, Sultân-ı
Ezelî'nin nihayetsiz envâ'-ı cünudundan melek ve cinn ve ins ve hayvanlar gibi
şuursuz nebâtat taifesi dahi, hıfz-ı hayat cihadında Emr-i كُنْ فَيَكُونُ ile: "Müdafaa için silâhlarınızı ve cihazatınızı
takınız" emr-i İlahîyi aldıkları vakit, zemin baştan aşağıya bütün ondaki
dikenli ağaçlar ve nebatlar süngücüklerini taktıkları zaman, aynen süngülerini
takmış muhteşem bir ordugâha benziyor.
Hem baharın herbir günü, herbir haftası, birer taife-i
nebatâtın birer bayramı hükmünde olduğu için, herbir taifesi dahi kendi
Sultanının o taifeye ihsan ettiği güzel hediyeleri teşhir için ona taktığı
murassa nişanları birer resm-i geçit tarzında o Sultan-ı Ezelî'nin nazar-ı
şuhud ve işhâdına arzettiğinden ve öyle bir vaziyet gösterdiğinden, bütün nebatât
ve eşcar gûya "San'at-ı Rabbâniye murassaatını ve çiçek ve meyve denilen
fıtrat-ı İlahiyenin nişanlarını takınız, çiçekler açınız" emr-i
Rabbâniyeyi dinliyorlar ki, rûy-i zemin dahi gâyet muhteşem bir bayram gününde,
şahane resm-i geçitte, sürmeli formaları ve murassa nişanları parlayan bir
ordugâhı temsil ediyor.
İşte şu derece hikmetli ve intizâmlı teçhizat ve tezyinât;
elbette nihayetsiz kadîr bir sultanın, nihayet derecede hakîm bir hâkimin
emriyle olduğunu kör olmayanlara gösterir.
sh: » (S: 55)
mediyor. Böyle bir saltanat, kendisine lâyık
bir raiyet ister. Halbuki görüyorsun, bütün raiyet bu misâfirhanede
toplanmışlar. Misâfirhane ise her gün dolar, boşanır. Hem bütün râiyet manevra
için bu meydan-ı imtihanda bulunuyorlar. Meydan ise, her saat tebdil ediliyor.
Hem bütün raiyet, padişahın kıymettar ihsânâtının nümunelerini ve hârika
san'atlarının antikalarını sergilerde temâşa etmek için şu teşhirgâhta birkaç
dakika durup seyrediyorlar. Meşher ise, her dakika tahavvül ediyor. Giden
gelmez, gelen gider. İşte bu hâl, şu vaziyet kat'î gösteriyor ki: Şu
misâfirhane ve şu meydan ve şu meşherlerin arkasında daimî saraylar, müstemir
meskenler, şu nümûnelerin ve sûretlerin hâlis ve yüksek asıllarıyla dolu bağ ve
hazineler vardır.
Demek burada çabalamak onlar içindir. Şurada çalıştırır,
orada ücret verir. Herkesin istidâdına göre orada bir saadeti var...
YEDİNCİ SÛRET: Gel, bir parça gezelim. Şu medenî ahali
içinde ne var, ne yok görelim. İşte bak! Her yerde, her köşede, müteaddid
fotoğraflar kurulmuş, sûret alıyorlar. Bak, her yerde müteaddid kâtibler
oturmuşlar, bir şeyler yazıyorlar. Her şeyi kaydediyorlar. En ehemmiyetsiz bir
hizmeti, en âdi bir vukûâtı zabtediyorlar. Hâ, şu yüksek dağda padişaha mahsus
bir büyük fotoğraf kurulmuş ki (Haşiye); bütün bu yerlerde ne cereyan eder,
Sûretini alıyorlar. Demek o zât emretmiş ki; mülkünde cereyan eden bütün
muamele ve işler zabtedilsin. Demek oluyor ki; o zât-ı muazzam bütün hâdisatı
kaydettirir, Sûretini alır. İşte şu dikkatli hıfz ve muhafaza, elbette bir
muhasebe içindir. Şimdi, en âdi raiyetin en âdi muamelelerini ihmal etmeyen bir
Hâkim-i Hafîz, hiç
(Haşiye): Şu Sûretin işaret ettiği mânâların bir kısmı
Yedinci Hakikat'te Beyân edilmiş. Yalnız burada padişaha mahsus bir büyük
fotoğraf işareti ve hakikatı "Levh-i Mahfûz" demektir. Levh-i
Mahfûz'un tahakkuk-u vücudu Yirmialtıncı Söz'de şöyle isbat edilmiş ki: Nasıl
küçük küçük cüzdanlar, büyük bir kütüğün vücudunu ihsas eder ve küçük küçük
senedler, bir defter-i kebirin bulunduğunu iş'ar eder ve küçük kesretli
tereşşuhatlar, büyük bir su menbaını işmâm eder. Aynen öyle de: Küçük küçük
cüzdanlar hükmünde; hem birer küçük Levh-i Mahfûz mânâsında; hem büyük Levh-i
Mahfûz'u yazan kalemden tereşşuh eden küçük küçük noktalar sûretinde olan
benî-beşerin kuvve-i hâfızaları, ağaçların meyveleri, meyvelerin çekirdekleri,
tohumları; elbette bir hâfıza-i kübrâyı, bir defter-i ekberi, bir levh-i
mahfûz-u âzamı ihsas eder, iş'ar eder ve isbat eder. Belki keskin akıllara
gösterir.
sh: » (S: 56)
mümkün müdür ki raiyetin
en büyüklerinden en büyük amellerini muhafaza etmesin, muhasebe etmesin,
mükâfat ve mücâzat vermesin. Halbuki o zâtın izzetine ve gayretine dokunacak ve
şe'n-i merhameti hiç kabûl etmeyecek muâmeleler, o büyüklerden sudûr ediyor.
Burada cezâya çarpmıyor.
Demek, bir Mahkeme-i Kübrâya bırakılıyor...
SEKİZİNCİ SÛRET: Gel, ondan gelen bu fermanları sana
okuyacağım. Bak, mükerrer va'dediyor ve şiddetli tehdid ediyor ki:
"Sizleri oradan alıp, makarr-ı saltanatıma getireceğim ve mutîleri mes'ûd,
âsîleri mahbus edeceğim. O muvakkat yeri harab edip, müebbed sarayları,
zindanları hâvi diğer bir memleket kuracağım." Hem o vaad ettiği şeyler,
ona gâyet rahattır. Raiyetine, gâyet mühimdir. Va'dinde hulf ise, izzet-i
iktidarına gâyet zıttır. İşte bak ey sersem! Sen yalancı vehmini, hezeyancı
aklını, aldatıcı nefsini tasdik ediyorsun. Ve hiçbir veçhile hulf ve hilâfâ
mecburiyeti olmıyan ve hiçbir cihetle hilâf haysiyetine yakışmayan ve bütün
görünen işler sıdkına şehadet eden bir zâtı tekzib ediyorsun. Elbette büyük bir
cezaya müstehak olursun. Misâlin şuna benzer ki: Bir yolcu, güneşin ziyasından
gözünü kapıyor, hayâline bakıyor; vehmi, bir yıldız böceği gibi kafa fenerinin
ışığıyla dehşetli yolunu tenvîr etmek istiyor. Mâdem vaad etmiş, yapacaktır.
Halbuki îfââsı Ona çok rahat ve bize ve herşeye ve Ona ve saltanatına pek çok
lâzımdır.
Demek bir mahkeme-i kübrâ, bir saadet-i uzmâ vardır.
DOKUZUNCU SûRET: Şimdi
gel! Bu dâirelerin ve Cemâatlerin Bâzı rüesâlarına ki, (Haşiye) her biri bizzât
Pâdişahla görüşecek husûsî birer telefonu var. Hem Bâzı onun hûzuruna
çıkmışlar. Ne diyorlar bak: Bunlar ittifakla ihbar ediyorlar ki: O zât, mükâfat
ve mücâzat için pek muhteşem ve dehşetli bir yer ihzâr etmiş. Gâyet kavî vaad
ve şiddetli tehdid ediyor. Hem Onun izzet ve celâleti hiç bir vecihle hulf-ül
va'de tenezzül edip, tezellülü kabûl etmez. Halbuki o muhbirler hem tevâtür
derecesinde çok, hem
(Haşiye): Şu Sûretin isbat ettiği mânâlar Sekizinci
Hakikat'te görünecek. Meselâ, dairelerin reisleri şu temsilde Enbiya ve
Evliyaya işarettir. Ve telefon ise, ma'kes-i vahy ve mazhar-ı ilham olan
kalbden uzanan bir nisbet-i Rabbâniyedir ki, kalb o telefonun başıdır ve kulağı
hükmündedir.
sh: » (S: 57)
icmâ kuvvetinde bir
ittifakla haber veriyorlar ki: Şu bâzı âsârı görünen saltanat-ı azîmenin medârı
ve makarrı, buradan uzak bir başka memlekettedir ve şu meydan-ı imtihanda
binalar muvakkattırlar. Sonra daimî saraylara tebdil edilecek. Bu yerler
değişecekler. Çünki eserleriyle âzameti anlaşılan şu muhteşem, zevalsiz
saltanat; böyle geçici, devamsız, bîkarar, ehemmiyetsiz, mütegayyir, bekasız,
nâkıs, tekemmülsüz umûrlar üzerinde kurulmaz, durulmaz... Demek ona lâyık,
daimî, müstekar, zevalsiz, müstemir, mükemmel, muhteşem umûrlar üzerinde
duruyor.
Demek bir diyâr-ı âher var; elbette o makarra
gidilecektir...
ONUNCU SûRET: Gel, bugün nevrûz-u sultânîdir. (Haşiye) Bir
tebeddülât olacak, acîb işler çıkacak. Şu baharın şu güzel gününde, şu güzel
çiçekli olan şu yeşil sahraya gidip bir seyran ederiz. İşte bak! Ahali de bu
tarafa geliyorlar. Bak bir sihir var. O binalar birden harab oldular, başka bir
şekil aldı. Bak, bir mu'cize var. O harab olan binalar, birden burada yapıldı.
Âdeta bu hâlî bir çöl, bir medenî şehir oldu. Bak, sinema perdeleri gibi her
saat başka bir âlem gösterir, başka bir şekil alır. Buna dikkat et ki; o kadar
karışık, sür'atli, kesretli, hakikî perdeler içinde ne kadar mükemmel bir
intizâm vardır ki, herşey yerli yerine konuluyor. Hayâlî sinema perdeleri dahi,
bunun kadar muntâzam olamaz. Milyonlar mâhir sihirbazlar dahi, bu san'atları
yapamazlar. Demek, bize görünmeyen o pâdişahın çok büyük mu'cizeleri vardır.
Ey sersem! Sen diyorsun: "Nasıl bu koca memleket
tahrib edilip, başka yere kurulacak?"
İşte görüyorsun ki: Her saat, senin aklın kabûl etmediği o
tebdîl-i diyar gibi çok inkılablar, tebdiller oluyor. Şu toplanmak, dağılmak ve
şu hallerden anlaşılıyor ki: Bu görünen sür'atli içtimalar, dağılmalar,
teşkiller, tahribler içinde başka bir maksad var.
(Haşiye): Bu Sûretin
remzini Dokuzuncu Hakikat'te göreceksin. Meselâ: Nevruz günü, bahar mevsimine
işarettir. Çiçekli yeşil sahra ise, bahar mevsimindeki rûy-i zemindir. Değişen
perdeler, manzaralar ise, fasl-ı baharın ibtidasından, yazın intihasına kadar
Sâni'-i Kadîr-i Zülcelâl'in, Fâtır-ı Hakîm-i Zülcemâl'in kemâl-i intizâm ile
değiştirdiği ve Kemâl-i rahmet ile tazelendirdiği ve birbiri arkasında
gönderdiği mevcûdât-ı bahariye tabakatına ve masnuat-ı sayfiye taifelerine ve
erzak-ı hayvaniye ve insâniyeye medâr olan mat'ûmata işarettir.
sh: » (S: 58)
Bir saatlik içtima için on sene kadar masraf yapılıyor.
Demek bu vaziyetler maksûd-u bizzât değiller. Bir temsildir, bir takliddirler.
O Zât mu'cize ile yapıyor. Tâ sûretleri alınıp terkib edilsin ve neticeleri
hıfzedilip yazılsın. -Nasılki, manevra meydan-ı imtihanının herşeyi
kaydediliyordu ve yazılıyordu.- Demek, bir mecma-ı ekberde muamele, bunlar
üzerine devam edip dönecek. Hem bir meşher-i âzamda daimî gösterilecek. Demek
şu geçici, kararsız vaziyetler; sâbit sûretler, bâki meyveler veriyorlar.
Demek bu ihtifâlât; bir saadet-i uzmâ, bir mahkeme-i kübrâ,
bilmediğimiz ulvî gayeler içindir...
ONBİRİNCİ SûRET: Gel, ey muannid arkadaş! Bir tayyareye...
ya şarka veya garbe yâni mâzi ve müstakbele giden bir şimendifere binelim. Şu
mu'cizekâr zâtın, sâir yerlerde ne çeşit mu'cizeler gösterdiğini görelim. İşte
bak, gördüğümüz menzil ve meydan ve meşher gibi acâibler, her tarafta
bulunuyor. Lâkin san'atça, sûretçe birbirinden ayrıdırlar. Fakat buna iyi
dikkat et ki: O sebatsız menzillerde, o devamsız meydanlarda, o bekasız meşherlerde;
ne kadar bâhir bir hikmetin intizâmâtı, ne derece zâhir bir inâyetin işârâtı,
ne mertebe âlî bir adâlet in emârâtı, ne derece vâsi' bir merhametin semeratı
görünüyor. Basiretsiz olmayan herkes yakînen anlar ki: Onun hikmetinden daha
ekmel bir hikmet ve inâyetinden daha ecmel bir inâyet ve merhametinden daha
eşmel bir merhamet ve adâlet inden daha ecell bir adâlet olamaz ve tasavvur
edilemez.
Eğer faraza tevehhüm ettiğin gibi, daire-i memleketinde
daimî menziller, âlî mekânlar, sâbit makamlar, bâki meskenler, mûkîm ahali,
mes'ud raiyeti bulunmazsa; şu hikmet, inâyet, merhamet, adâletin hakikatlarına
şu bekasız memleket mazhar olamadığı mâlûm ve onlara mazhar olacak, başka yerde
de bulunmazsa; o vakit gündüz ortasında güneşin ışığını gördüğümüz halde güneşi
inkâr etmek deecesinde bir ahmaklıkla, şu gözümüz önündeki hikmeti inkâr etmek
ve şu müşahede ettiğimiz inâyeti inkâr etmek ve şu gördüğümüz merhameti inkâr
etmek ve şu pek kuvvetli emârâtı, işârâtı görünen adâleti inkâr etmek
lâzımgelir. Hem bu gördüğümüz icrâat-ı hakîmane ve ef'âl-i kerîmâne ve
ihsânât-ı rahîmânenin sahibini; -hâşâ sümme hâşâ!- sefih bir oyuncu, gaddar bir
zalim olduğunu kabûl etmek lâzımgelir. Bu ise, hakikatlerin zıdlarına
inkılabıdır.Halbuki inkîlâb-ı hakaik, bütün ehl-i aklın
sh: » (S: 59)
ittiffakıyla muhaldir,
mümkün değildir. Yalnız, herşeyin vücudunu inkâr eden Sofestâî eblehler
hariçtir.
Demek, bu diyardan başka bir diyar vardır. Onda bir mahkeme-i
kübrâ, bir ma'dele-i ulyâ, bir mekreme-i uzmâ vardır ki; tâ şu merhamet ve
hikmet ve inâyet ve adâlet tamamen tezahür etsinler...
Onikinci Sûret: Gel şimdi döneceğiz. Şu Cemâatlerin
reisleriyle ve zâbitleriyle görüşeceğiz ve teçhizatlarına bakacağız ki; o
teçhizat, yalnız o meydandaki kısa bir müddet içinde geçinmek için mi
verilmiştir? Yahut başka yerde uzun bir saadet hayatı tahsîl etmek için mi
verilmiştir? Görelim. Herkese ve her teçhizata bakamayız. Fakat nümune için şu
zâbitin cüzdan ve defterine bakacağız: Bu cüzdanda zâbitin rütbesi, maaşı,
vazifesi, matlubatı, düstur-u harekâtı vardır. Bak, bu rütbe birkaç günlük için
değil; pek uzun bir zaman için verilebilir. "Şu maaşı hazine-i hassâdan
filan tarihte alacaksın" yazılıdır. Halbuki o tarih, çok zaman sonra ve bu
meydan kapandıktan sonra gelir. Şu vazife ise; şu muvakkat meydana göre değil,
belki pâdişahın kurbünde daimî bir saadeti kazanmak için verilmiştir. Şu
matlûbat ise, birkaç günlük bu misâfirhanede geçinmek için olamaz. Belki uzun
ve mes'udâne bir hayat için olabilir. Şu düstur ise, bütün bütün açığa verir
ki; cüzdan sahibi başka yere namzeddir, başka âleme çalışır. Bak şu
defterlerde, âletler teçhizatının Sûret-i istimâli ve mes'uliyetler vardır.
Halbuki eğer yalnız bu meydandan başka âlî, daimî bir yer bulunmazsa; şu muhkem
defter, o kat'î cüzdan, bütün bütün mânâsız olur. Hem şu muhterem zâbit ve
mükerrem kumandan ve muazzez reis; bütün ahaliden aşağı, herkesten daha
bedbaht, daha bîçare, daha zelil, daha musibetli, daha fakir, daha zayıf bir
derekeye düşer. İşte buna kıyas et. Hangi şey'e dikkat etsen şehadet eder ki:
Bu fâniden sonra bir bâki var...
Ey arkadaş! Demek, bu muvakkat memleket bir tarla
hükmündedir. Bir tâlimgâhtır, bir pazardır. Elbette arkasında bir mahkeme-i
kübrâ, bir saadet-i uzmâ gelecektir. Eğer bunu inkâr etsen; bütün zâbitlerdeki
cüzdanları, defterleri techizatları, düsturları belki şu memleketteki bütün
intizâmâtı, hattâ hükûmeti inkâr etmeğe mecbur olursun ve bütün vâki olan
icraatın vücudunu tekzib etmek lâzımgelir. O vakit sana, insan ve zîşuur
denilmez. Sofestâîlerden daha akılsız olursun.
Sakın zannetme; tebdil-i memleket delilleri bu "Oniki
Sûret"e
sh: » (S: 60)
münhasırdır. Belki had
ve hesaba gelmez emâreler, deliller var ki: Şu kararsız mütegayyir memleket;
zevalsiz, müstekar bir memlekete tahvîl edilecektir. Hem had ve hesaba gelmez
işâretler, alâmetler var ki: Bu ahali, şu muvakkat misafirhanelerden alınacak,
saltanatın makarr-ı daimîsine gönderilecek.
Bâhusus, gel sana "Oniki Sûret" kuvvetinden daha
kuvvetli bir bürhân daha göstereceğim.
İşte gel bak, şu uzaktaki görünen Cemâat-ı azîme içinde,
evvel adada gördüğümüz büyük nişan sahibi Yâver-i Ekrem bir tebliğatta
bulunuyor. Gidelim, dinleyelim. Bak o parlak yâver-i ekrem, bak o yüksekte
ta'lik edilmiş ferman-ı âzamı ahaliye bildiriyor ve diyor ki:
"Hâzırlanınız; başka, daimî bir memlekete gideceksiniz. Öyle bir memleket
ki, bu memleket ona nisbeten bir zindan hükmündedir. Pâdişahımızın makarr-ı
saltanatına gidip merhametine, ihsanlarına mazhar olacaksınız. Eğer güzelce bu
fermanı dinleyip itaat etseniz... Yoksa isyan edip dinlemezseniz, müdhiş
zindanlara atılacaksınız." gibi tebliğatta bulunuyor. Sen de görüyorsun
ki: O Ferman-ı âzamda öyle i'câzkâr bir turra var ki, hiçbir veçhile kabil-i
taklid değil. Senin gibi sersemlerden başka herkes; o ferman, pâdişahın fermanı
olduğunu kat'î bilir ve o parlak yâver-i ekremde öyle nişanlar var ki, senin
gibi körlerden başka herkes O Zâtı, pâdişahın pek doğru tercümân-ı evâmiri
olduğunu yakînen anlar.
Acaba o Yâver-i Ekrem o ferman-ı a'zamla beraber bütün
kuvvetiyle dâva edip tebliğ ettikleri şu tebdil-i memleket mes'elesi, hiç kabil
midir ki îtiraz kabûl etsin. Evet kabil değil! İllâ ki, bütün bu gördüğümüz her
şey'i inkâr edesin...
Şimdi ey arkadaş!. Söz senindir, söyle. Ne diyorsan de!
- Ben ne diyeceğim, daha buna karşı bir şey denebilir mi?
Gündüz ortasında güneşe karşı söz söylenir mi? Yalnız derim ki: Elhamdülillah.
Yüzbin defa şükür olsun ki; vehim ve heva tahakkümünden, nefis ve heves
esaretinden kurtulup, daimî hapis ve zindandan halâs oldum ve inandım ki: Bu
karmakarışık, kararsız misafirhanelerden başka ve kurb-u şahanede bir diyar-ı
saadet vardır; biz de ona namzediz...
İşte, Haşir ve âhiretten kinaye ve ibaret olan şu hikâye-i
temsiliye burada tamam oldu. Şimdi tevfik-ı İlahî ile hakikat-ı ulyâyâ
geçeceğiz. Geçmiş "Oniki Sûret"e mukabil "Oniki mütesanid
Hakikat" ile bir "Mukaddime" Beyân edeceğiz.
sh: » (S: 61)
Mukaddime
Birkaç işâretle başka yerlerde yâni Yirmiikinci,
Ondokuzuncu, Yirmialtıncı Sözlerde îzah edilen birkaç mes'eleye işâret ederiz.
BİRİNCİ İŞARET: Hikâyedeki sersem adamın o emin
arkadaşıyla,'' Üç Hakikatları'' var.
Birincisi: Nefs-i emmârem ile kalbimdir.
İkincisi: Felsefe şâkirdleriyle, Kur'an-ı Hakîm
tilmizleridir.
Üçüncüsü: Ümmet-i İslâmiye ile millet-i küfriyedir.
Felsefe şâkirdleri ve millet-i küfriye ve nefs-i Emmârenin
en müdhiş dâlâleti, Cenâb-ı Hakk'ı tanımamaktadır. Hikâyede nasıl emin adam
demişti: "Bir harf kâtibsiz olmaz, bir kanun hâkimsiz olmaz." Biz de
deriz:
Nasılki bir kitab, bâhusus öyle bir kitab ki; her kelimesi
içinde küçük kalemle bir kitab yazılmış, her harfi içinde ince kalem ile
muntâzam bir kaside yazılmış. Kâtibsiz olmak, son derece muhaldir. Öyle de şu
kâinat nakkaşsız olmak, son derece muhal-ender muhaldir. Zîra bu kâinat öyle
bir kitabdır ki, her sahifesi çok kitabları tâzammun eder. Hattâ her kelimesi
içinde bir kitab vardır. Her bir harfi içinde bir kaside vardır. Yeryüzü bir
sahifedir. Ne kadar kitab içinde var. Bir ağaç bir kelimedir, ne kadar sahifesi
vardır. Bir meyve bir harf; bir çekirdek, bir noktadır. O noktada koca bir
ağacın proğramı, fihristesi var. İşte böyle bir kitab, evsaf-ı Celâl ve Cemâle,
nihayetsiz kudret ve hikmete mâlik bir Zât-ı Zülcelâl'in nakş-ı kalem-i kudreti
olabilir. Demek âlemin şuhûdiyle, bu imân lâzım gelir. İllâ ki, dalâletten
sarhoş olmuş ola...
Hem nasılki bir hâne ustasız olmaz. Bâhusus öyle bir hâne
ki; hârika san'atlarla, acîb nakışlarla, garib zînetlerle tezyin edilmiş. Hattâ
herbir taşında, bir saray kadar san'at dercedilmiş. Ustasız olmak, hiçbir akıl kabûl edemez, gâyet mâhir bir san'atkâr
ister. Bâhusus o saray içinde sinema perdeleri gibi her saatte hakikî
sh: » (S: 62)
menziller teşkil edilip, kemâl-i intizâmla
elbise değiştirdiği gibi değiştiriyor. Hattâ herbir hakikî perde içinde,
müteaddid küçük küçük menziller icadediliyor. Öyle de şu kâinat nihayetsiz
hakîm, alîm, kadîr bir sâni' ister. Çünki şu muhteşem kâinat öyle bir saraydır
ki: Ay, Güneş lâmbaları; yıldızlar, mumları; zaman, bir ip, bir şerittir ki, o
Sâni'-i Zülcelâl her sene bir başka âlemi ona takıp, gösteriyor. O taktığı
âlemin içinde üçyüzaltmış tarzda muntâzam Sûretlerini tecdîd ediyor. Kemâl-i
intizâmla ve hikmetle değiştiriyor. Yeryüzünü bir sofra-i nimet yapmış ki, her
bahar mevsiminde, üçyüzbin enva'-ı masnûatıyla tezyin ediyor. Had ve hesaba
gelmez enva'-ı ihsanatıyla dolduruyor. Öyle bir tarzda ki, nihayet ihtilât
içinde ve karışmış oldukları halde, nihayet derecede imtiyaz ve farkla
birbirlerinden ayrılıyor. Başka cihetleri buna kıyas et... Nasıl, böyle bir
sarayın Sâni'inden gaflet edilebilir?
Hem nasılki bulutsuz, gündüz ortasında, Güneşin deniz
yüzünde bütün kabarcıklar üstünde ve karada bütün parlak şeylerde ve kar'ın
bütün parçalarında cilvesi göründüğü ve aksi müşahede edildiği halde Güneşi
inkâr etmek, ne derece acib bir divânelik hezeyanıdır. Çünki O vakit birtek
Güneşi inkâr ve kabûl etmemekle; katarat sayısınca, kabarcıklar mikdarınca,
parçalar adedince, hakikî ve bil'asâle güneşcikleri kabûl etmek lâzımgeliyor.
Her zerrecikte (ki ancak bir zerre sıkışabildiği halde) koca bir Güneşin
hakikatını içinde kabûl etmek lâzım geldiği gibi, aynen öyle de: Şu sıravâri
içinde her zaman hikmetle değişen ve düzgünlük içinde her vakit tazelenen şu
muntâzam kâinatı görüp, Hâlîk-ı Zülcelâl'i evsaf-ı Kemâliyle tasdik etmemek,
ondan daha berbat bir dalâlet divaneliğidir, bir mecnunluk hezeyanıdır. Zira
herşeyde, hattâ herbir zerrede bir Ulûhiyet-i Mutlaka kabûl etmek lâzımdır.
Çünki Meselâ havanın herbir zerresi; herbir çiçek ile herbir meyveye, herbir
yaprağa girer ve işleyebilir. İşte şu zerre, eğer memur olmazsa, bütün
girebildiği ve işlediği masnuların tarz-ı teşkilâtını ve Sûretlerini ve
heyetlerini bilmek lâzımdır, Tâ içinde işleyebilsin. Demek muhit bir ilim ve
kudrete mâlik olmalı ki, böyle yapsın.
Meselâ, toprakta herbir zerresi kabildir ki, muhtelif bütün
tohumlar ve çekirdeklere medâr ve menşe olsun. Eğer memur olmazsa, lâzım
geliyor ki: Otlar ve ağaçlar adedince mânevî cihazat ve makineleri tâzammun
etsin. Veyahut onların bütün tarz-ı teşkilatını bilir, yapar, bütün onlara
giydirilen Sûretleri tanır, dikebilir bir
sh: » (S: 63)
san'at ve kudret vermek
lâzımgelir. Daha sâir mevcûdâtı da kıyas et. Tâ anlayacaksın ki:Her şey'de
âşîkâre, vahdâniyyetin çok delilleri var. Evet bir şeyden her şey'i yapmak ve
herşey'i birtek şey yapmak, herşey'in hâlıkına has bir iştir. وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ fermân-ı zîşânına dikkat et. Demek Vâhid-i Ehadı kabûl etmemek
ile, mevcûdat adedince ilâhları kabûl etmek lâzımgelir.
İKİNCİ İŞARET: Hikâyede bir Yaver-i Ekremden bahsedilmiş ve
denilmiş ki: Kör olmayan herkes O'nun nişanlarını görmekle anlar ki: O Zât,
pâdişahın emriyle hareket eder ve O'nun has bendesidir. İşte o Yaver-i Ekrem,
Resul-i Ekrem'dir (Aleyhissalâtü Vesselâm). Evet şöyle müzeyyen bir kâinatın,
öyle mukaddes bir Sâniine böyle bir Resul-i Ekrem, ışık şemse lüzumu
derecesinde elzemdir. Çünki Nasıl Güneş, ziya vermeksizin mümkün değildir. Öyle
de Ulûhiyyet de, Peygamberleri göndermekle kendini göstermeksizin mümkün değildir.
Hem hiç mümkün olur mu ki, nihayet kemâlde olan bir cemâl;
gösterici ve târif edici bir vasıta ile kendini göstermek istemesin?
Hem mümkün olur mu ki; gâyet cemâlde bir Kemâl-i san'at,
onun üzerine enzar-ı dikkati celbeden bir dellâl vasıtasıyla teşhir istemesin?
Hem hiç mümkün olur mu ki; bir Rubûbiyyet-i âmmenin
saltanat-ı külliyyesi, kesret ve cüz'iyyat tabakatında vahdâniyyet ve
samedâniyyetini, zülcenaheyn bir meb'us vasıtasıyla ilânını istemesin! Yâni O
Zât, ubûdiyyet-i külliyye cihetiyle kesret tabakatının dergâh-ı İlâhiyye elçisi
olduğu gibi, kurbiyyet ve Risâlet cihetiyle dergâh-ı İlâhînin kesret tabakatına
memurudur.
Hem hiç mümkün olur mu ki; nihayet derecede bir hüsn-ü zâtî
sahibi, cemâlinin mehâsinini ve hüsnünün letâifini âyinelerde görmek ve
göstermek istemesin! Yâni bir habib resûl vasıtasıyla ki; hem habibdir,
ubûdiyyetiyle kendini O'na sevdirir, âyinedârlık eder. Hem resuldür; Onu
mahlukatına sevdirir, Cemâl-iEsmâsını gösterir.
Hem hiç mümkün olur mu ki; acib mu'cizelerle, garib ve
kıymettar şeylerle dolu hazineler sahibi, sarraf bir târif edici ve
sh: » (S: 64)
vassaf bir teşhir edici
vasıtasıyla enzâr-ı halka arz ve başlarında izhar etmekle, gizli kemâlâtını
Beyân etmek irade etmesin ve istemesin?
Hem mümkün olur mu ki; bu kâinatı bütün esmâsının
kemâlâtını ifade eden masnuatla tezyin ederek seyir için garib ve ince
san'atlarla süslenilmiş bir saraya benzetsin de, rehber bir muallim tâyin
etmesin?
Hem hiç mümkün olur mu ki; bu kâinatın sahibi, şu kâinatın
tahavvülâtındaki maksad ve gaye ne olacağını, müş'ir-i tılsım-ı muğlâkını, hem
mevcûdâtın "Nereden? Nereye? Necisin?" Üç suâl-i müşkilin muammasını
bir elçi vasıtasıyla açtırmasın!
Hem hiç mümkün olur mu ki; bu güzel masnuât ile kendini
zîşuura tanıttıran ve kıymetli nimetler ile kendini sevdiren Sâni'-i Zülcelâl;
onun mukabilinde zîşuurdan marziyyatı ve arzuları ne olduğunu bir elçi
vasıtasıyla bildirmesin!
Hem hiç mümkün olur mu ki; nev-i insanı, şuurca kesrete
mübtelâ, istidadca ubûdiyyet-i külliyyeye müheyya Sûretinde yaratıp, muallim
bir rehber vasıtasıyla onları kesretten vahdete yüzlerini çevirmek istemesin!
Daha bunlar gibi çok vezaif-i Nübüvvet var ki, herbiri bir
bürhân-ı kat'îdir ki: Ulûhiyyet, Risâletsiz olamaz...
Şimdi acaba âlemde Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'dan
-Beyân olunan evsaf ve vezaife- daha ehil ve daha câmi' kim zuhur etmiş? Ve
rütbe-i Risâlete ve vazife-i tebliğe O'ndan daha elyak, daha evfak hiç zaman
göstermiş midir? Hâyır, aslâ ve kat'â!. Belki O, bütün resullerin seyyididir,
bütün Enbiyanın imamıdır, bütün Asfiyanın serveridir, bütün mukarrebînin
akrebidir, bütün mahlukatın ekmelidir, bütün mürşidlerin sultanıdır. Evet ehl-i
tahkikatın ittifakıyla, Şakk-ı Kamer ve parmaklarından su akması gibi bine
bâliğ mu'cizâtından had ve hesaba gelmez delâil-i nübüvvetinden başka, Kur'an-ı
Azîmüşşan gibi bir bahr-ı hakaik ve kırk vecihle mu'cize olan mu'cize-i kübrâ,
Güneş gibi Risâletini göstermeğe kâfidir. Başka risalelerde ve bilhassa
Yirmibeşinci Söz'de Kur'anın kırka karîb vücûh-u i'câzından bahsettiğimizden burada kısa kesiyoruz.
ÜÇÜNCÜ İŞARET: Hatıra gelmesin ki: Bu küçücük insanın ne
ehemmiyeti var ki, bu azîm dünya onun muhasebe-i a'mâli için kapansın, başka
bir daire açılsın? Çünki Bu küçücük insan, câmiiyet-i fıtrat itibariyle şu
mevcûdat içinde bir ustabaşı ve bir
sh: » (S: 65)
dellâl-ı
saltanat-ı İlahiyye ve bir ubudiyyet-i külliyyeye mazhar olduğundan
büyük ehemmiyeti vardır. Hem hatıra gelmesin ki: Kısacık bir ömürde nasıl ebedî
bir azaba müstehak olur? Zira küfür; şu mektûbât-ı Sâmedâniyye derecesinde ve
kıymetinde olan kâinatı mânâsız, gayesiz bir derekeye düşürdüğü için, bütün
kâinata karşı bir tahkir olduğu gibi; bu mevcûdâtta cilveleri, nakışları
görünen bütün Esmâ-i Kudsiyye-i İlâhiyyeyi inkâr ile red ve Cenâb-ı Hakk'ın
hakkaniyyet ve sıdkını gösteren gayr-ı mütenahî bütün delillerini tekzib
olduğundan nihayetsiz bir cinâyettir. Nihayetsiz cinâyet ise, nihayetsiz azabı
îcab eder...
DÖRDÜNCÜ İŞARET: Nasılki hikâyede Oniki Sûretle gördük ki:
Hiçbir cihetle mümkün değil; öyle bir pâdişahın, öyle muvakkat misafirhane gibi
bir memleketi bulunsun da, müstekar ve haşmetine mazhar ve saltanat-ı uzmâsına
medâr diğer daimî bir memleketi bulunmasın... Öyle de hiçbir vecihle mümkün
değil ki; bu fâni âlemin bâki Hâlık'ı, bunu îcad etsin de, bâki bir âlemi îcad
etmesin? Hem mümkün değil: Şu bedi' ve zâil kâinatın sermedî Sânii bunu halk
etsin de, müstekar ve daimî diğer bir kâinatı icad etmesin? Hem mümkün değil:
Bu meşher ve meydan-ı imtihan ve tarla hükmünde olan dünyanın Hakîm ve Kadîr ve
Rahîm olan Fâtır'ı onu yaratsın, onun bütün gayelerine mazhar olan Dâr-ı
Âhireti halk etmesin? Bu hakikata "Oniki kapı" ile girilir.
"ONİKİ HAKİKAT" ile o kapılar açılır. En kısa ve basitten başlarız:
BİRİNCİ HAKİKAT: Bâb-ı Rububiyyet ve Saltanattır ki, İsm-i
Rabb'in cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki: Şe'n-i Rububiyyet ve Saltanat-ı
Uluhiyyet, bâhusus böyle bir kâinatı, Kemâlâtını göstermek için gâyet âlî
gayeler ve yüksek maksadlar ile îcâd etsin, onun gayât ve makasıdına karşı îmân
ve ubudiyyetle mukabele eden mü'minlere mükâfatı bulunmasın. Ve o makasıdı red
ve tahkir ile mukabele eden ehl-i dalâlete mücâzat etmesin?
İKİNCİ HAKİKAT: Bâb-ı Kerem ve Rahmettir ki, Kerim ve Rahîm
isminin cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki: Gösterdiği âsâr ile nihayetsiz bir
kerem ve nihayetsiz bir rahmet ve nihayetsiz bir izzet ve nihayetsiz bir gayret
sahibi olan şu âlemin Rabbi; kerem ve rahmetine lâyık mükâfat, izzet ve
gayretine şayeste mücâzatta bulunmasın. Evet şu dünya gidişatına bakılsa
görülüyor ki; en âciz, En zaîften tut
sh: » (S: 66)
(Haşiye-1) tâ en kavîye
kadar her canlıya lâyık bir rızık veriliyor. En zaîf, en âcize en iyi rızık
veriliyor. Her dertliye ummadığı yerden derman yetiştiriliyor. Öyle ulvî bir keremle ziyafetler, ikramlar
olunuyor ki, nihayetsiz bir kerem eli içinde işlediğini bedâheten gösteriyor.
Meselâ, bahar mevsiminde cennet hûrileri tarzında bütün
ağaçları sündüs-misâl libaslar ile giydirip, çiçek ve meyvelerin murassaatıyla
süslendirip hizmetkâr ederek onların lâtif elleri olan dallarıyla, çeşit çeşit
en tatlı, en Mûsannâ meyveleri bize takdim etmek; hem zehirli bir sineğin
eliyle şifalı en tatlı balı bize yedirmek; hem en güzel ve yumuşak bir libası
elsiz bir böceğin eliyle bize giydirmek; hem rahmetin büyük bir hazinesini
küçük bir çekirdek içinde bizim için saklamak; ne kadar cemil bir kerem, ne
kadar lâtif bir rahmet eseri olduğu bedâheten anlaşılır. Hem insan ve Bâzı
canavarlardan başka, Güneş ve Ay ve Arz'dan tut, tâ en küçük mahluka kadar
herşey Kemâl-i dikkatle vazifesine çalışması, zerrece haddinden tecavüz
etmemesi, bir azîm heybet tahtında umumî bir itaat bulunması; büyük bir celâl
ve izzet sahibinin emriyle hareket ettiklerini gösteriyor. Hem gerek nebatî ve
gerek hayvanî ve gerek insanî bütün validelerin o rahîm şefkatleriyle (Haşiye-2)
ve süt gibi o lâtif gıda ile o âciz ve zaîf yavruların terbiyesi, ne kadar
geniş bir rahmetin cilvesi işlediği bedâheten anlaşılır.
Bu âlemin mutasarrıfının mâdem nihayetsiz böyle bir keremi,
nihayetsiz böyle bir rahmeti, nihayetsiz öyle bir celâl ve izzeti vardır.
Nihayetsiz celâl ve izzet, edebsizlerin tedibini ister. Nihayetsiz kerem,
nihayetsiz ikram ister, nihayetsiz rahmet; kendine lâyık
_________________________
(Haşiye-1): Rızk-ı helâl, iktidar ile alınmadığına, belki
iftikara binaen verildiğine delil-i kat'î: İktidarsız yavruların hüsn-ü maişeti
ve muktedir canavarların dîk-ı maişeti; hem zekâvetsiz balıkların semizliği ve
zekâvetli, hileli tilki ve maymunun derd-i maişetle vücudça zaîfliğidir. Demek
rızık, iktidar ve ihtiyar ile mâ'kûsen mütenâsibdir. Ne derece iktidar ve
ihtiyarına güvense, o derece derd-i maişete mübtelâ olur.
(Haşiye-2): Evet aç bir arslan,
zaîf bir yavrusunu kendi nefsine tercih ederek, elde ettiği bir eti yemeyip
yavrusuna vermesi; hem korkak tavuk, yavrusunu himaye için ite, arslana
saldırması; hem incir ağacı kendi çamur yiyerek yavrusu olan meyvelerine hâlis
süt vermesi, bilbedâhe nihayetsiz Rahîm, Kerim, Şefîk bir Zâtın hesabıyla
hareket ettiklerini kör olmayana gösteriyorlar. Evet nebâtat ve behimiyat gibi şuursuzların
gâyet derecede şuurkârane ve hakîmane işler görmesi bizzarure gösterir ki:
Gâyet derecede Alîm ve Hakîm birisi vardır ki, onları işlettiriyor. Onlar, onun
namıyla işliyorlar.
sh: » (S: 67)
ihsan ister. Halbuki bu fâni dünyada ve
kısa ömürde, denizden bir damla gibi milyonlar cüz'den ancak bir cüz'ü yerleşir
ve tecelli eder. Demek o kereme lâyık-ve o rahmete şayeste bir dâr-ı saadet
olacaktır. Yoksa gündüzü ışığıyla dolduran Güneşin vücudunu inkâr etmek gibi,
bu görünen rahmetin vücudunu inkâr etmek lâzımgelir. Çünki bir daha dönmemek
üzere zevâl ise; şefkati musibete, muhabbeti hırkate ve nimeti nıkmete ve aklı,
meş'um bir âlete ve lezzeti eleme kalbettirmekle hakikat-ı rahmetin intifası
lâzımgelir. Hem o Celal ve İzzete uygun bir dâr-ı mücazat olacaktır. Çünki:
Ekseriyâ zalim izzetinde, mazlum
zilletinde kalıp, buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir Mahkeme-i Kübrâya
bırakılıyor, te'hir ediliyor. Yoksa, bakılmıyor değil. Bâzan dünyada dahi ceza
verir. Kurûn-u sâlifede cereyan eden âsi ve mütemerrid kavimlere gelen azablar
gösteriyor ki: İnsan başı boş değil, bir celal ve gayret sillesine her vakit
mâruzdur. Evet hiç mümkün müdür ki insan; umum mevcûdât içinde ehemmiyetli bir
vazifesi, ehemmiyetli bir istidadı olsun da, insanın Rabbi de insana bu kadar
muntâzam masnûâtıyla kendini tanıttırsa, mukabilinde insan îmân ile onu
tanımazsa.. hem bu kadar rahmetin süslü meyveleriyle kendini sevdirse;
mukabilinde insan ibâdetle kendini O'na sevdirmese.. hem bu kadar bu türlü
nimetleriyle muhabbet ve rahmetini ona gösterse; mukabilinde insan şükür ve
hamdle Ona hürmet etmese; cezasız kalsın, başı boş bırakılsın, o izzet, gayret
sahibi Zât-ı Zülcelâl bir dâr-ı mücâzat hâzırlamasın? Hem hiç mümkün müdür ki:
O Rahmân-ı Rahîm'in kendini tanıttırmasına mukabil; îman ile tanımakla ve
sevdirmesine mukabil, ibâdetle sevmek ve sevdirmekle ve rahmetine mukâbil,
şükür ile hürmet etmekle mukabele eden mü'minlere bir dâr-ı mükâfatı, bir
saadet-i ebediyeyi vermesin!
ÜÇÜNCÜ HAKİKAT: Bâb-ı Hikmet ve Adâlet olup, İsm-i Hakîm ve
Âdil'in cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki: (Haşiye) Zerrelerden güneşlere kadar
___________________________
(Haşiye): Evet, «Hiç mümkün müdür ki» şu cümle çok tekrar
ediliyor. Çünki mühim bir sırrı ifade eder. Şöyle ki: Ekser küfür ve dalalet; istib'addan
ileri gelir. Yâni akıldan uzak ve muhal görür, inkâr eder. İşte Haşir Söz'ünde
kat'iyen gösterilmiştir ki: Hakikî istib'ad, hakikî muhaliyet ve akıldan
uzaklık ve hakikî suûbet, hattâ imtina' derecesinde müşkilât, küfür yolundadır
ve dalâletin mesleğindedir.. ve hakikî imkân ve hakikî makuliyet, hattâ vücub
derecesinde sühulet; îmân yolundadır ve İslâmiyet caddesindedir.
Elhasıl, ehl-i felsefe istib'ad ile inkâra gider. Onuncu
Söz, istib'ad hangi tarafta olduğunu o tâbir ile gösterir. Onların ağızlarına
bir şamar vurur.
sh: » (S: 68)
cereyan eden hikmet ve
intizâm, adâlet ve mizanla Rubûbiyyetin saltanatını gösteren Zât-ı Zülcelâl,
Rubûbiyyetin cenah-ı himayesine iltica eden ve hikmet ve adâlete îmân ve
ubûdiyyetle tevfîk-i hareket eden mü'minleri taltif etmesin? Ve o hikmet ve
adâlete küfür ve tuğyan ile isyan eden edebsizleri tedib etmesin? Halbuki bu
muvakkat dünyada o hikmet, o adâlete lâyık binden biri, insanda icra edilmiyor,
te'hir ediliyor. Ehl-i dalâletin çoğu ceza almadan; ehl-i hidâyetin de çoğu
mükâfat görmeden buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir Mahkeme-i Kübrâya, bir
saâdet-i uzmaya bırakılıyor.
Evet görünüyor ki; şu âlemde tasarruf eden Zât, nihayetsiz
bir hikmetle iş görüyor. Ona bürhân mı istersin? Her şeyde maslahat ve faidelere
riayet etmesidir. Görmüyor musun ki: İnsanda bütün âza, kemikler ve damarlarda,
hattâ bedenin hüceyratında, her yerinde, her cüz'ünde faydalar ve hikmetlerin
gözetilmesi, hattâ bâzı âzâsı, bir ağacın ne kadar meyveleri varsa, o derece o
uzva hikmetler ve faydalar takması gösteriyor ki; nihayetsiz bir hikmet eliyle
iş görülüyor. Hem herşeyin san'atında nihayet derecede intizâm bulunması
gösterir ki, nihayetsiz bir hikmet ile iş görülüyor.
Evet güzel bir çiçeğin dakik proğramını, küçücük bir
tohumunda dercetmek, büyük bir ağacın sahife-i a'mâlini, tarihçe-i hayatını,
fihriste-i cihâzâtını küçücük bir çekirdekte mânevî kader kalemiyle yazmak;
nihayetsiz bir hikmet kalemi işlediğini gösterir.
Hem herşeyin hilkatinde gâyet derecede hüsn-ü san'at
bulunması; nihayet derecede hakîm bir Sâniin nakşı olduğunu gösterir. Evet şu
küçücük insan bedeni içinde bütün kâinatın fihristesini, bütün hazâin-i
rahmetin anahtarlarını, bütün Esmâlarının âyinelerini dercetmek; nihayet
derecede bir hüsn-ü san'at içinde bir hikmeti gösterir. Şimdi hiç mümkün müdür
ki, şöyle icraat-ı rubûbiyyette hâkim bir hikmet; o rubûbiyyetin kanadına
iltica eden ve îmân ile itaat edenlerin taltifini istemesin ve ebedî taltif
etmesin?
Hem adâlet ve mizan ile iş görüldüğüne bürhân mı istersin?
Herşeye hassas mizanlarla, mahsus ölçülerle vücud vermek, Sûret giydirmek,
yerli yerine koymak; nihayetsiz bir adâlet ve mizan ile iş görüldüğünü
gösterir.
Hem her hak sahibine istidâdı nisbetinde hakkını vermek,
yâni
sh: » (S: 69)
vücudunun bütün levâzımâtını, bekâsının bütün
cihâzâtını en münasib bir tarzda vermek; nihayetsiz bir adâlet elini gösterir.
Hem istidâd lisanıyla, ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla, ızdırar
lisanıyla sual edilen ve istenilen herşeye daimî cevab vermek; nihayet derecede
bir adl ve hikmeti gösteriyor.
Şimdi hiç mümkün müdür ki, böyle en küçük bir mahlûkun, en
küçük bir hâcâtının imdadına koşan bir adâlet ve hikmet; insan gibi en büyük
bir mahlukun beka gibi en büyük bir hâcetini mühmel bıraksın? En büyük
istimdâdını ve en büyük sualini cevabsız bıraksın? Rubûbiyyetin haşmetini,
ibâdının hukukunu muhafaza etmekle muhafaza etmesin? Halbuki şu fâni dünyada
kısa bir hayat geçiren insan, öyle bir adâletin hakikatına mazhar olamaz ve
olamıyor. Belki bir Mahkeme-i Kübrâya bırakılıyor. Zira hakikî adâlet ister ki:
Şu küçücük insan, şu küçüklüğü nisbetinde değil, belki cinâyetinin büyüklüğü,
mahiyetinin ehemmiyeti ve vazifesinin âzameti nisbetinde mükâfat ve mücâzat
görsün. Mâdem şu fâni, geçici Dünya; ebed için halk olunan insan hususunda öyle
bir adâlet ve hikmete mazhariyyetten çok uzaktır. Elbette âdil olan o Zât-ı
Celil-i Zülcemâl'in ve Hakîm olan o Zât-ı Cemil-i Zülcelâl'in daimî bir
Cehennem'i ve ebedî bir Cennet'i bulunacaktır.
DöRDÜNCÜ HAKİKAT: Bâb-ı Cûd ve Cemâldir. İsm-i Cevvad ve
Cemîl'in cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki: Nihayetsiz cûd u sehâvet, tükenmez
servet, bitmez hazineler, misilsiz sermedî cemâl, kusursuz ebedî kemâl; bir
dâr-ı saadet ve mahall-i ziyafet içinde daimî bulunacak olan muhtaç şâkirleri,
müştak âyinedârları, mütehayyir seyircileri istemesinler? Evet Dünya yüzünü bu
kadar müzeyyen masnûâtıyla süslendirmek, Ay ile Güneşi lâmba yapmak, yeryüzünü
bir sofra-i nimet ederek mat'ûmatın en güzel çeşitleriyle doldurmak, meyveli
ağaçları birer kab yapmak, her mevsimde birçok defalar tecdid etmek; hadsiz bir
cûd u sehâveti gösterir. Böyle nihayetsiz bir cûd u sehâvet; öyle tükenmez
hazineler ve rahmet, hem daimî, hem arzu edilen herşey içinde bulunur bir dâr-ı
ziyafet ve mahall-i saadet ister. Hem kat'î ister ki; o ziyafetten telezzüz
edenler, o mahall-i saadette devam etsinler, ebedî kalsınlar. Tâ zeval ve
firakla elem çekmesinler. Çünki: Zeval-i elem lezzet olduğu gibi, zeval-i
lezzet dahi elemdir. Öyle sehâvet, elem çektirmek istemez.
sh: » (S: 70)
Demek ebedî bir Cennet'i, hem içinde ebedî muhtaçları
ister. Çünki nihayetsiz cûd ve seha, nihayetsiz ihsan etmek ister,
nimetlendirmek ister. Nihayetsiz ihsan ve nimetlendirmek ise, nihayetsiz
minnettarlık, nimetlenmek ister. Bu ise, ihsana mazhar olan şahsın devam-ı
vücudunu
ister. Tâ, daimî
tena'umla o daimî in'ama karşı şükür ve minnettarlığını göstersin. Yoksa zeval
ile acılaşan cüz'î bir telezzüz, kısacık bir zamanda öyle bir cûd u sehanın
muktezasıyla kabil-i tevfik değildir.
Hem dahi meşher-i san'at-ı İlahiyye olan aktâr-ı âlem
sergilerine bak. Yeryüzündeki nebâtat ve hayvanatın ellerinde olan ilânat-ı
Rabbâniyeye dikkat et (Haşiye-1), mehâsin-i rubûbiyyetin dellâlları olan enbiya
ve evliyaya kulak ver. Nasıl müttefikan Sâni'-i Zülcelâl'in kusursuz
Kemâlâtını, hârika san'atlarının teşhiriyle gösteriyorlar, Beyân ediyorlar,
enzar-ı dikkati celbediyorlar.
Demek bu âlemin Sâniinin pek mühim ve hayret verici ve
gizli kemâlâtı vardır. Bu hârika san'atlarla onları göstermek ister. Çünki:
Gizli, kusursuz kemâlât ise, takdir edici, istihsan edici, mâşâallah diyerek
müşahede edicilerin başlarında teşhir ister. Daimî kemâlât ise, daimî tezâhür
ister. O ise, takdir ve istihsan edicilerin devâm-ı vücûdunu ister. Bekası
olmayan istihsan edicinin nazarında, kemâlâtın kıymeti sukut eder (Haşiye-2).
Hem dahi, kâinatın yüzünde serilmiş olan gayetle güzel ve san'atlı ve parlak ve
süslü şu mevcûdât; ışık Güneşi bildirdiği gibi, misilsiz mânevî bir cemâlin
mehâsinini bildirir ve nazîrsiz, hafî bir hüsnün letâifini iş'ar ediyor.
____________________
(Haşiye-1): Evet kemik gibi bir kuru ağacın ucundaki tel
gibi incecik bir sapta gâyet münakkaş, müzeyyen bir çiçek ve gâyet Mûsanna ve
murassa bir meyve, elbette gâyet san'atperver mu'cizekâr ve hikmettar bir
Sâniin mehâsin-i san'atını zîşuura okutturan bir ilânnâmedir. İşte nebâtata
hayvânâtı dahi kıyas et.
(Haşiye-2): Evet durûb-u emsaldendir ki: Bir dünya güzeli,
bir zaman kendine meftun olmuş âdi bir adamı huzurundan tardeder. O adam
kendine teselli vermek için: "Tuh, ne kadar çirkindir" der. O güzelin
güzelliğini nefyeder.
Hem bir vakit bir ayı, gâyet tatlı bir üzüm asması altına
girer. Üzümleri yemek ister. Koparmağa eli yetişmez. Asmaya da çıkamaz. Kendi
kendine teselli vermek için kendi lisanıyla "Ekşidir" der. Gümler
gider...
sh: » (S: 71)
(Haşiye-). O münezzeh
hüsün, o mukaddes cemâlin cilvesinden, esmâlarda, belki her isimde çok gizli
defineler bulunduğunu işaret eder. İşte şu derece âli, nazîrsiz, gizli bir
cemâl ise; kendi mehâsinini bir mir'âtta görmek ve hüsnünün derecâtını ve
cemâlinin mikyaslarını zîşuur ve müştak bir âyinede müşâhede etmek istediği
gibi, başkalarının nazarıyla yine sevgili cemâline bakmak için, görünmek de
ister. Demek iki vecihle kendi cemâline bakmak; biri: Herbiri başka başka
renkte olan âyinelerde bizzat müşâhede etmek. Diğeri: Müştak olan seyirci ve
mütehayyir olan istihsancıların müşâhedesi ile müşahede etmek ister. Demek
hüsün ve cemâl, görmek ve görünmek ister. Görmek, görünmek ise; müştak seyirci,
mütehayyir istihsan edicilerin vücûdunu ister. Hüsün ve cemâl, ebedî sermedî
olduğundan müştakların devam-ı vücûdlarını ister. Çünki daimî bir cemâl ise;
zâil bir müştâka râzı olamaz. Zira dönmemek üzere zevale mahkûm olan bir
seyirci, zevâlin tasavvuruyla muhabbeti adavete döner, hayreti istihfafa,
hürmeti tahkire meyleder. Çünki hodgâm insan bilmediği şey'e düşman olduğu gibi,
yetişmediği şey'e de zıddır. Halbuki nihayetsiz bir muhabbet, hadsiz bir şevk
ve istihsan ile mukabeleye lâyık olan bir cemâle karşı zımnen bir adâvet ve kin
ve inkâr ile mukabele eder. İşte kâfir, Allah'ın düşmanı olduğunun sırrı bundan
anlaşılıyor.
Mâdem o nihayetsiz sehavet-i cûd, o misilsiz cemâl-i hüsün,
o kusursuz kemâlât; ebedî müteşekkirleri, müştakları, müstahsinleri iktiza
ederler. Halbuki şu misafirhane-i dünyada görüyoruz; herkes çabuk gidip,
kayboluyor. O sehavetin ihsanını ancak az bir parça tadar. İştihası açılır,
fakat yemez gider. O cemâl, o kemâlin dahi ancak biraz ışığına, belki bir zaîf
gölgesine bir anda bakıp, doymadan gider. Demek, bir seyrangâh-ı daimîye
gidiliyor.
Elhasıl: Nasılki şu âlem bütün mevcûdâtıyla Sâni'-i
Zülcelâl'ine kat'î delâlet eder; Sâni'-i Zülcelâl'in de sıfât ve Esmâ-i
Kudsiyyesi, dâr-ı âhirete delâlet eder ve gösterir ve ister.
_____________________________
(Haşiye-3): Âyine-misâl mevcûdâtın birbiri arkasında zeval
ve fenalarıyla beraber, arkalarından gelenlerin üstünde ve yüzlerinde aynı
hüsün ve cemâlin cilvesinin bulunması gösterir ki: Cemâl onların değil; belki o
cemâller, bir hüsn-ü münezzeh ve bir Cemâl-i Mukaddesin âyâtı ve emârâtıdır.
sh: » (S: 72)
BEŞİNCİ HAKİKAT: Bâb-ı şefkat ve Ubûdiyyet-i Muhammediyyedir
(Aleyhissalâtü Vesselâm). İsm-i Mucîb ve Rahîmin cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki: En edna bir hâceti, en edna bir
mahlûkundan görüp kemâl-i şefkatle ummadığı yerden is'âf eden ve en gizli bir
sesi, en gizli bir mahlûkundan işitip imdad eden, lisan-ı hâl ve kal ile
istenilen herşey'e icabet eden nihayetsiz bir şefkat ve bir merhamet sahibi bir
Rab; en büyük bir abdinden (Haşiye), en sevgili bir mahlûkundan en büyük
hâcetini görüp bitirmesin, is'âf etmesin; en yüksek duayı işitip kabûl
etmesin!.. Evet meselâ hayvanatın zaîflerinin ve yavrularının rızık ve
terbiyeleri hususunda görünen lütûf ve sühûleti gösteriyor ki: Şu kâinatın
Mâliki, nihayetsiz bir rahmetle rubûbiyyet eder. Rubûbiyyetinde bu derece
rahîmâne bir şefkat, hiç kabil midir ki mahlûkatın en efdalinin en güzel
duasını kabûl etmesin!.. Bu hakikatı Ondokuzuncu Söz'de izah ettiğim vechile,
şurada dahi mükerreren şöyle Beyân edelim:
Ey nefsimle beraber beni dinleyen arkadaş! Hikâye-i
temsiliyyede demiştik: Bir adada bir içtima var... Bir yâver-i ekrem bir nutuk
okuyor. Onun işaret ettiği hakikat şöyledir ki: Gel! Bu zamandan tecerrüd edip,
fikren Asr-ı Saâdet'e ve hayâlen Ceziret-ül Arab'a gidiyoruz. Tâ ki, Resûl-i
Ekrem'i (Aleyhissalâtü Vesselâm) vazife başında ve ubûdiyyet içinde görüp, ziyaret
ederiz. Bak! O Zât nasılki Risâletiyle, hidâyetiyle saadet-i ebediyyenin
sebeb-i husûlü ve vesile-i vusûlüdür. Onun gibi, ubûdiyyetiyle ve duâsıyla, o
saadetin sebeb-i vücûdu ve Cennet'in vesile-i îcadıdır.
İşte bak! O Zât öyle bir salât-ı kübrâda, bir ibâdet-i
ulyâda
_____________________________
(Haşiye):Evet, binüçyüz elli sene saltanat süren ve
saltanatı devam eden ve ekser zamanda üçyüzelli milyondan ziyade raiyeti
bulunan ve her gün bütün raiyeti Onunla tecdid-i biat eden ve Onun Kemâlâtına
şehâdet eden ve kemâl-i itâatle evâmirine inkıyad eden ve Arzın nısfı ve nev-i
beşerin humsu o zâtın sıbgı ile sıbgalansa, yâni mânevî rengiyle renklense ve o
zât onların mahbub-u kulûbu ve mürebbi-i ervahı olsa; elbette O Zât, şu
kâinatta tasarruf eden Rabb'in en büyük abdidir. Hem, ekser enva'-ı kâinat O
Zâtın birer meyve-i mu'cizesini taşımak Sûretiyle Onun vazifesini ve
memuriyetini alkışlasa, elbette O Zât; şu kâinat Hâlıkının en sevgili
mahlûkudur. Hem bütün insâniyyet, bütün istidadıyla istediği beka gibi bir
haceti ki: o hâcet ise, insanı esfel-i sâfilînden â'lâ-yı illiyyîne çıkarıyor.
Elbette o hâcet, en büyük bir hâcettir ve en büyük bir abd, umumun namına onu
Kadıyy-ül Hâcât'tan isteyecek.
sh: » (S: 73)
saadet-i ebediyye için
dua ediyor ki, güya bu cezîre, belki bütün Arz Onun âzametli namazıyla namaz
kılar, niyaz eder. Çünki ubûdiyyeti ise; Ona ittiba eden ümmetin ubûdiyyetini
tâzammun ettiği gibi, muvafakat sırrıyla bütün enbiyanın sırr-ı ubûdiyyetini
tâzammun eder. Hem O salât-ı kübrâyı öyle bir Cemâat-ı uzmada kılar, niyaz
ediyor ki; güya benî-Âdemin Hazret-i Âdem'den asrımıza kadar, belki kıyamete
kadar bütün nuranî ve kâmil insanlar Ona tebaiyyetle iktida edip duasına âmîn
derler.(Haşiye-1) Bak, hem öyle beka gibi bir hacet-i âmme için dua ediyor ki;
değil ehl-i Arz, belki ehl-i semâvât, belki bütün mevcûdât niyazına iştirak
edip lisan-ı hâl ile: «Oh.. evet yâ Rabbenâ!. ver, duasını kabûl et. Biz de
istiyoruz.» diyorlar. Hem bak!.. Öyle hazînane, öyle mahbûbane, öyle müşâkane,
öyle tazarrûkârane saadet-i bâkiye istiyor ki; bütün kâinatı ağlattırıp,
duasına iştirâk ettiriyor.
Bak hem öyle bir maksad, öyle bir gaye için saadet isteyip,
dua ediyor ki; insanı ve bütün mahlukatı esfel-i sâfilîn olan fena-yı mutlaka
sukuttan, kıymetsizlikten, faidesizlikten, abesiyyetten a'lâ-yı illiyyîn olan
kıymete, bekaya, ulvî vazifeye, mektûbât-ı Samedâniyye olması derecesine
çıkarıyor.
Bak hem öyle yüksek bir fîzâr-ı istimdadkârane ile istiyor
ve öyle tatlı bir niyaz-ı istirhamkârane ile yalvarıyor ki: Güya bütün mevcûdâta,
semâvata, arşa işittirip vecde getirip duasına: "Âmîn, Allahümme
âmîn" dedirtiyor.(Haşiye -2)
_____________________
(Haşiye-1): Evet münâcât-ı Ahmediyye (A.S.M.) zamanından
şimdiye kadar bütün ümmetin bütün salâtları ve salâvatları Onun duasına bir
âmîn-i daimî ve bir iştirâk-i umumîdir. Hattâ Ona getirilen herbir sâlavat
dahi, Onun duasına birer âmîndir ve ümmetinin herbir ferdi, her bir namazın
içinde ona salât ü selâm getirmek ve kametten sonra Şafiîlerin Ona dua etmesi;
Onun saadet-i ebediyye hususundaki duasına gâyet kuvvetli ve umumî bir âmîndir.
İşte bütün beşerin fıtrat-ı insâniyyet lisan-ı haliyle, bütün kuvvetiyle
istediği beka ve saadet-i ebediyyeyi; o nev-i beşer namına Zât-ı Ahmediyye
(A.S.M.) istiyor ve beşerin nuranî kısmı, Onun arkasında âmîn diyorlar. Acaba
hiç mümkün müdür ki, şu dua kabûle karîn olmasın!
(Haşiye-2): Evet şu âlemin mutasarrıfı, bütün tasarrufatı
bilmüşahede şuurane, alîmane, hakîmane olduğu halde; hiçbir cihetle mümkün
değildir ki; o mutasarrıf, kendi masnûatı içinde en mümtaz bir ferdin
harekâtına şuuru ve ıttılâı bulunmasın. Hem hiçbir cihetle mümkün değildir ki;
o Mutasarrıf-ı Alîm, o ferd-i mümtazın harekâtına ve daavâtına (dualarına)
ıttılâı bulunduğu halde ona karşı lâkayd kalsın, ehemmiyet vermesin. Hem hiçbir
cihetle mümkün değildir ki; o Mutasarrıf-ı Kadîr-i Rahîm; onun dualarına lâkayd
kalmadığı halde, o duaları kabûl etmesin. Evet Zât-ı Ahmediyye'nin (A.S.M.)
nuruyla âlemin şekli değişti. İnsan ve bütün kâinatın mahiyet-i hakikiyyeleri o
nur, o ziya ile inkişaf etti ve göründü ki: Şu kâinatın mevcûdâtı; Esmâ-i
İlahiyyeyi okutan birer mektûbât-ı Samedâniyye, birer muvazzaf memur ve bekaya
mazhar kıymettar ve mânidar birer mevcûddurlar. Eğer o Nur olmasa idi, mevcûdât
fena-yı mutlaka mahkûm ve kıymetsiz, mânâsız, faidesiz, abes, karmakarışık,
tesadüf oyuncağı bir zulmet-i evham içinde kalırdı. İşte şu sırdandır ki:
İnsanlar Zât-ı Ahmediyye'nin (A.S.M.) duasına âmîn dedikleri gibi, arş ve ferş
ve seradan süreyyaya kadar bütün mevcûdât onun nuruyla iftihar edip,
alâkadarlık gösteriyorlar. Zâten ubûdiyyet-i Ahmediyyenin (A.S.M.) ruhu,
duadır. Belki kâinatın harekâtı ve hidemâtı, bir nevi duadır. Meselâ: Bir
çekirdeğin hareketi; Hâlıkından, bir ağaç olmasına bir nevi duadır.
sh: » (S: 74)
Bak hem öyle Semî' ve Kerim bir Kadîr'den, öyle Basîr ve
Rahîm bir Alîm'den saadet ve bekayı istiyor ki; bilmüşahede en gizli bir
zîhayatın en gizli bir arzusunu, en hâfî bir niyazını görür, işitir, kabûl
eder, merhamet eder. Lisan-ı hal ile de olsa icabet eder. Öyle Sûret-i hakîmane,
basîrane, rahîmânede verir ve icabet eder ki; şübhe bırakmaz o terbiye ve
tedbir öyle Semî' ve Basîr'e mahsus, öyle bir Kerim ve Rahîm'e hastır.
Acaba bütün benî-Âdemi arkasına alıp şu Arz üstünde durup,
arş-ı âzama müteveccihen el kaldırıp, nev-i beşerin hülâsa-i ubûdiyyetini câmi'
hakikat-ı ubûdiyyet-i Ahmediyye (A.S.M.) içinde dua eden şu şeref-i nev-i insan
ve ferîd-i kevn ü zaman olan Fahr-i Kâinat (A.S.M.) ne istiyor, dinleyelim.
Bak, kendine ve ümmetine saadet-i ebediyye istiyor, beka istiyor, Cennet
istiyor. Hem mevcûdât âyinelerinde cemâllerini gösteren bütün esmâ-i kudsiyye-i
İlâhiyye ile beraber istiyor. O esmâdan şefaat taleb ediyor, görüyorsun. Eğer
âhiretin hesabsız esbab-ı mûcibesi, delâil-i vücudu olmasa idi; yalnız şu zâtın
tek duası, baharımızın icadı kadar Hâlık-ı Rahîm'in kudretine hafif gelen şu
Cennet'in binasına sebebiyet verecekti...(Haşiye-1)
____________________________
(Haşiye-1): Evet âhirete nisbeten gâyet dar bir sahife
hükmünde olan rûy-i zeminde had ve hesaba gelmeyen hârika san'at nümunelerini
ve haşir ve kıyametin misâllerini göstermek ve üçyüz bin kitab hükmünde olan
muntâzam envâ'-ı masnûatı, o tek sahifede Kemâl-i intizâm ile yazıp dercetmek;
elbette geniş olan âlem-i âhirette lâtif ve muntâzam Cennet'in binasından ve
îcadından daha müşkildir. Evet Cennet bahardan ne kadar yüksek ise, o derece
bahar bahçelerinin hilkâti, o Cennet'ten daha müşkildir ve hayretfezâdır
denilebilir.
sh: » (S: 75)
Evet baharımızda yer
yüzünü bir mahşer eden, yüzbin haşir nümunelerini îcad eden Kadîr-i Mutlak'a,
Cennet'in îcadı nasıl ağır olabilir? Demek nasılki onun risâleti, şu dâr-ı
imtihanın açılmasına sebebiyet verdi, لَوْلاَكَ
لَوْلاَكَ لَمَا
خَلَقْتُ اْلاَفْلاَكَ sırrına mazhar oldu. Onun gibi, ubûdiyyeti dahi öteki dâr-ı
saadetin açılmasına sebebiyet verdi... Acaba hiç mümkün müdür ki, bütün
akılları hayrette bırakan şu intizâm-ı âlem ve geniş rahmet içinde kusursuz
hüsn-ü san'at, misilsiz Cemâl-i Rububiyyet; o duaya icabet etmemekle böyle bir
çirkinliği, böyle bir merhametsizliği, böyle bir intizâmsızlığı kabûl etsin?
Yâni en cüz'î, en ehemmiyetsiz arzuları, sesleri ehemmiyetle işitip îfââ etsin,
yerine getirsin. En ehemmiyetli, lüzumlu arzuları ehemmiyetsiz görüp işitmesin,
anlamasın, yapmasın? Hâşâ ve kellâ, yüzbin defa hâşâ! Böyle bir cemâl, böyle
bir çirkinliği kabûl edip çirkin olamaz (Haşiye-2). Demek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm; Risâletiyle
dünyanın kapısını açtığı gibi, Ubûdiyyetiyle de Âhiretin kapısını açar...
عَلَيْهِ صَلَوَاتُ
الرَّحْمنِ مِلْءَ
الدُّنْيَا وَ
دَارِ الْجِنَانِ
اَللّهُمَّ
صَلِّ وَ سَلِّمْ
عَلَى عَبْدِكَ
وَ رَسُولِكَ ذلِكَ
الْحَبِيبُ الَّذِى
هُوَ سَيِّدُ الْكَوْنَيْنِ
وَ فَخْرُ الْعَالَمَيْنِ
وَ حَيَاتُ الدَّارَيْنِ
وَ وَسِيلَةُ السَّعَادَتَيْنِ
وَ ذُو الْجَنَاحَيْنِ
وَ رَسُولُ الثَّقَلَيْنِ
وَ عَلَى اَلِهِ
وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ
وَ عَلَى اِخْوَانِهِ
مِنَ النَّبِيِّنَ
وَ الْمُرْسَلِينَ
آمِينَ
____________________________
(Haşiye-2): Evet inkılab-ı hakaik ittifaken muhaldir ve
inkılab-ı hakaik içinde muhal-ender-muhal, bir zıd kendi zıddına inkılabıdır ve
bu inkılab-ı ezdâd içinde bilbedâhe bin derece muhal şudur ki: Zıd, kendi
mahiyetinde kalmakla beraber, kendi zıddının aynı olsun. Meselâ: Nihayetsiz bir
cemâl; hakikî cemâl iken, hakikî çirkinlik olsun. İşte şu misâlimizde meşhûd ve
kat'iyy-ül vücûd olan bir Cemâl-i Rububiyyet; Cemâl-i Rububiyyet mahiyetinde
daim iken, ayn-ı çirkinlik olsun. İşte dünyada muhal ve bâtıl misâllerin en
acibidir.
sh: » (S: 76)
ALTINCI HAKİKAT: Bâb-ı Haşmet ve Sermediyyet olup, İsm-i
Celil ve Bâki cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki: Bütün mevcûdâtı Güneşlerden,
ağaçlardan zerrelere kadar emirber nefer hükmünde teshir ve idare eden bir
haşmet-i Rububiyyet; şu misâfirhane-i dünyada muvakkat bir hayat geçiren perişan
fâniler üstünde dursun.. sermedî, bâki bir daire-i haşmet ve ebedî, âlî bir
medâr-ı Rububiyyeti icad etmesin!
Evet şu kâinatta görünen mevsimlerin değişmesi gibi
haşmetli icraat ve seyyâratın tayyare-misâl hareketleri gibi âzametli harekât
ve Arzı insana beşik, Güneşi halka lâmba yapmak gibi dehşetli teshirat ve
ölmüş, kurumuş Küre-i Arzı diriltmek, süslendirmek gibi geniş tahvilât
gösteriyor ki: Perde arkasında böyle muazzam bir Rububiyyet var, muhteşem bir
saltanatla hükmediyor. Böyle bir Saltanat-ı Rububiyyet, kendine lâyık bir
raiyet ister ve şâyeste bir mazhar ister. Halbuki görüyorsun: Mahiyetçe en
câmi' ve mühim raiyeti ve bendeleri, şu misâfirhane-i dünyada perişan bir
Sûrette muvakkaten toplanmışlar. Misâfirhane ise; her gün dolar, boşanır. Hem
bütün raiyet, tecrübe-i hizmet için şu meydan-ı imtihanda muvakkaten
bulunuyorlar. Meydan ise, her saat tebeddül eder. Hem bütün o raiyet, Sâni'-i
Zülcelâl'in kıymettar ihsânâtının nümûnelerini ve hârika san'at antikalarını
çarşı-yı âlem sergilerinde, ticaret nazarında temâşa etmek için, şu teşhirgâhta
birkaç dakika durup seyrediyorlar; sonra kayboluyorlar. Şu meşher ise, her
dakika tahavvül ediyor. Giden gelmez, gelen gider. İşte bu hal ve şu vaziyet
kat'î gösteriyor ki: Şu misafirhane ve şu meydan ve şu meşherlerin arkasında; o
sermedî saltanata medâr ve mazhar olacak daimî saraylar, müstemir meskenler, şu
dünyada gördüğümüz nümûnelerin ve sûretlerin en hâlis ve en yüksek asıllarıyla
dolu bağ ve hazineleri vardır. Demek burada çabalamak, onlar içindir. Şurada
çalıştırır, orada ücret verir. Herkesin istidadına göre -eğer kaybetmezse-
orada bir saadeti vardır. Evet öyle sermedî bir saltanat, muhaldir ki; şu
fâniler ve zâil zeliller üstünde dursun...
Şu hakikata, şu temsil dürbünüyle bak ki: Meselâ sen yolda
gidiyorsun, görüyorsun ki; yol içinde bir han var. Bir büyük zât o hanı,
kendine gelen misafirlerine yapmış. O misafirlerin bir gece tenezzüh ve
ibretleri için, o hanın tezyinatına milyonlar altunlar
sh: » (S: 77)
sarfediyor. Hem o
misafirler o tezyinattan pek azı ve az bir zamanda bakıp, o nimetlerden pek az
bir vakitte, az bir şey tadıp, doymadan gidiyorlar. Fakat her misafir kendine
mahsus fotoğrafıyla, o handaki şeylerin Sûretlerini alıyorlar. Hem o büyük
Zâtın hizmetkârlârı da, misafirlerin sûret-i muamelelerini gâyet dikkat ile
alıyorlar ve kaydediyorlar. Hem görüyorsun ki; O Zât her günde, o kıymettar
tezyinatın çoğunu tahrib eder. Yeni gelecek misafirlere, yeni tezyinatı icad
eder. Bunu gördükten sonra hiç şübhen kalır mı ki: Bu yolda bu hanı yapan zâtın
daimî pek âlî menzilleri, hem tükenmez, pek kıymetli hazineleri, hem müstemir,
pek büyük bir sehâveti vardır. Şu handa gösterdiği ikram ile, misafirlerini
kendi yanında bulunan şeylere iştihalarını açıyor ve onlara hâzırladığı
hediyelere rağbetlerini uyandırıyor. Aynen onun gibi, şu misafirhâne-i
dünyadaki vaziyeti, sarhoş olmadan dikkat etsen; şu dokuz esâsı anlarsın:
Birinci Esâs: Anlarsın ki: O han gibi bu dünya dahi kendi
için değil... Kendi kendine de bu Sûreti alması muhaldir. Belki kafile-i
mahlukatın gelip konmak ve göçmek için dolup boşanan, hikmetle yapılmış bir
misafirhanesidir.
İkinci Esâs: Hem anlarsın ki: Şu hanın içinde oturanlar
misafirlerdir. Onların Rabb-ı Kerîm'i, onları Dâr-üs Selâm'a davet eder.
Üçüncü Esâs: Hem anlarsın ki: Şu dünyadaki tezyinat, yalnız
telezzüz veya tenezzüh için değil. Çünki bir zaman lezzet verse, firakıyla bir
çok zaman elem verir. Sana tattırır, iştihanı açar fakat doyurmaz. Çünki ya
onun ömrü kısa, ya senin ömrün kısadır. Doymağa kâfi değil. Demek kıymeti
yüksek, müddeti kısa olan şu tezyinat; ibret içindir (Haşiye), şükür
içindir.Usûl-i daimîsine teşvik içindir. Başka gâyet ulvî gayeler içindir.
Dördüncü Esâs: Hem anlarsın ki: Şu dünyadaki müzeyyenat
___________________________
(Haşiye-1): Evet mâdem herşeyin kıymeti ve dekaik-ı san'atı
gâyet yüksek ve güzel olduğu halde; müddeti kısa, ömrü azdır. Demek o şeyler
nümunelerdir, başka şeylerin Sûretleri hükmündedirler. Ve mâdem müşterilerin
nazarlarını, asıllarına çeviriyorlar gibi bir vaziyet vardır. Öyle ise, elbette
şu dünyadaki o çeşit tezyinat; bir Rahmân-ı Rahîm'in rahmetiyle, sevdiği
ibâdına hâzırladığı niam-ı Cennet'in nümuneleridir, denilebilir ve denilir ve
öyledir.
sh: » (S: 78)ý
ise (Haşiye) Cennet'te
ehl-i îmân için rahmet-i Rahman'la iddihar olunan nimetlerin nümuneleri,
Sûretleri hükmündedir.
Beşinci Esâs: Hem
anlarsın ki: Şu fâni masnûat fena için değil, bir parça görünüp mahvolmak için
yaratılmamışlar. Belki
_________________________________
(Haşiye): Evet her şeyin vücudunun müteaddid gayeleri ve
hayatının müteaddid neticeleri vardır. Ehl-i dalaletin tevehhüm ettikleri gibi
dünyaya, nefislerine bakan gayelere münhasır değildir. Tâ, abesiyet ve
hikmetsizlik içine girebilsin. Belki her şeyin gayât-ı vücudu ve netâic-i
hayatı üç kısımdır:
Birincisi ve en ulvîsi, Sâni'ine bakar ki; o şeye taktığı
hârika-i san'at murassaatını, Şahid-i Ezelî'nin nazarına resm-i geçit tarzında
arzetmektir ki, o nazara bir ân-ı seyyâle yaşamak kâfi gelir. Belki vücuda
gelmeden, bilkuvve niyet hükmünde olan istidadı yine kâfidir. İşte seri-üz
zeval lâtif masnûat ve vücuda gelmeyen, yâni sünbül vermeyen birer hârika-i
san'at olan çekirdekler, tohumlar şu gayeyi bitamâmiha verir. Faidesizlik ve
abesiyet onlara gelmez. Demek her şey hayatıyla, vücuduyla Sâni'inin mu'cizât-ı
kudretini ve âsâr-ı san'atını teşhir edip, Sultan-ı Zülcelâl'in nazarına
arzetmek birinci gayesidir.
İkinci kısım gaye-i vücud ve netice-i hayat, zîşuura bakar.
Yâni herşey, Sâni'-i Zülcelâl'in birer mektub-u hakaik-nümâ, birer kaside-i letâfetnümâ,
birer kelime-i hikmet-edâ hükmündedir ki; melâike ve cin ve hayvanın ve insanın
enzârına arzeder, mütalâaya davet eder. Demek ona bakan her zîşuura, ibret-nümâ
bir mütalâagâhtır.
Üçüncü kısım gaye-i vücud ve netice-i hayat, o şeyin
nefsine bakar ki; telezzüz ve tenezzüh ve beka ve rahatla yaşamak gibi cüz'î
neticelerdir. Meselâ: Azîm bir Sefine-i Sultaniyede bir hizmetkârın dümencilik
ettiğinin gayesi; sefine itibariyle yüzde birisi kendisine, ücret-i cüz'iyesine
ait.. doksandokuzu sultana ait olduğu gibi; herşeyin nefsine ve dünyaya ait
gayesi bir ise, Sâni'ine ait doksandokuzdur. İşte bu taaddüd-ü gayâttandır ki;
birbirine zıd ve münafî görünen hikmet ve iktisad, cûd ve sehâ ve bilhassa
nihayetsiz sehâ ile sırr-ı tevfîkı şudur ki: Birer gaye nokta-i nazarında cûd u
sehâ hükmeder, ism-i Cevvâd tecelli eder. Meyveler, hubublar; o tek gaye
nokta-i nazarında bigayr-ı hisabdır. Nihayetsiz cûdu gösteriyor. Fakat umum
gayeler nokta-i nazarında; hikmet hükmeder, ism-i Hakîm tecelli eder. Bir
ağacın ne kadar meyveleri var, belki her meyvenin o kadar gayeleri vardır ki;
Beyân ettiğimiz üç kısma tefrik edilir. Şu umum gayeler, nihayetsiz bir hikmeti
ve iktisadı gösteriyor. Zıd gibi görünen nihayetsiz hikmet, nihayetsiz cûd ile
sehâ ile içtima ediyor. Meselâ: Asker ordusunun bir gayesi, temin-i asayiştir.
Bu gayeye göre ne kadar asker istersen var ve hem pek fazladır. Fakat hıfz-ı
hudud ve mücahede-i a'dâ gibi sâir vazifeler için, bu mevcûd ancak kâfi gelir.
Kemâl-i hikmetle müvazenededir. İşte hükûmetin hikmeti, haşmet ile içtima
ediyor. O halde, o askerlikte fazlalık yoktur denilebilir.
sh: » (S: 79)
vücudda kısa bir zaman
toplanıp, matlûb bir vaziyet alıp; tâ Sûretleri alınsın, timsalleri tutulsun,
mânâları bilinsin, neticeleri zabtedilsin... Meselâ, ehl-i ebed için daimî
manzaralar nescedilsin. Hem âlem-i bekada başka gayelere medâr olsun.
Eşya beka için yaratıldığını, fena için olmadığını; belki
sûreten fena ise de tamam-ı vazife ve terhis olduğu bununla anlaşılıyor ki:
Fâni bir şey bir cihetle fenaya gider, çok cihetlerle bâki kalır. Meselâ kudret
kelimelerinden olan şu çiçeğe bak ki; kısa bir zamanda o çiçek tebessüm edip
bize bakar, der-akab fena perdesinde saklanır. Fakat senin ağzından çıkan
kelime gibi o gider, fakat binler misâllerini kulaklara tevdi' eder. Dinleyen
akıllar adedince, mânâlarını akıllarda ibka eder. Çünki vazifesi olan ifade-i
mânâ bittikten sonra kendisi gider, fakat onu gören her şeyin hâfızasında
zâhirî Sûretini ve herbir tohumunda mânevî mahiyetini bırakıp öyle gidiyor.
Gûya her hâfıza ile her tohum; hıfz-ı zîneti için birer fotoğraf ve devam-ı
bekası için birer menzildirler. En basit mertebe-i hayatta olan masnu böyle
ise, en yüksek tabaka-i hayatta ve ervah-ı bâkiye sahibi olan insan; ne kadar
beka ile alâkadar olduğu anlaşılır. Çiçekli ve meyveli koca nebâtatın bir parça
ruha benzeyen her birinin kanun-u teşekkülatı, timsal-i Sûreti; zerrecikler
gibi tohumlarda kemâl-i intizâmla, dağdağalı inkılâblar içinde ibka ve muhafaza
edilmesiyle, gâyet cem'iyetli ve yüksek bir mahiyete mâlik, haricî bir vücud
giydirilmiş, zîşuur nuranî bir kanûn-u emrî olan ruh-u beşer; ne derece beka
ile merbut ve alâkadar olduğu anlaşılır.
Altıncı Esâs: Hem anlarsın ki: İnsan, ipi boğazına sarılıp,
istediği yerde otlamak için başıboş bırakılmamıştır; belki bütün amellerinin
Sûretleri alınıp yazılır ve bütün fiillerinin neticeleri muhasebe için
zabtedilir.
Yedinci Esâs: Hem anlarsın ki: Güz mevsiminde yaz-bahar
âleminin güzel mahlukatının tahribatı, îdam değil. Belki vazifelerinin
tamamıyla terhisatıdır (Haşiye). Hem yeni baharda gelecek
___________________________
(Hâşiye): Evet rahmetin erzak hazinelerinden olan bir
şecerenin uçlarında ve dallarının başlarındaki meyveler, çiçekler, yapraklar
ihtiyar olup, vazifelerinin hitama ermesiyle gitmelidirler. Tâ, arkalarından
akıp gelenlere kapı kapanmasın. Yoksa rahmetin vüs'atına ve sâir ihvanlarının
hizmetine sed çekilir. Hem kendileri, gençlik zevâliyle hem zelil, hem perişan
olurlar. İşte bahar dahi, mahşer-nümâ bir meyvedâr ağaçtır. Her asırdaki insan
âlemi; ibret-nümâ bir şeceredir. Arz dahi, mahşer-i acaib bir şecere-i
kudrettir. Hattâ dünya dahi, meyveleri âhiret pazarına gönderilen bir şecere-i
hayret-nümâdır.
sh: » (S: 80)
mahlûkata yer boşaltmak
için tefrîgattır ve yeni vazifedârlar gelip konacak ve vazifedâr mevcûdâtın
gelmesine yer hâzırlamaktır ve ihzârattır.
Hem zîşuura vazifesini unutturan gafletten ve şükrünü
unutturan sarhoşluktan ikazât-ı Sübhaniyyedir.
Sekizinci Esâs: Hem anlarsın ki: Şu fâni âlemin sermedî
Sânii için başka ve bâki bir âlemi var ki, ibâdını oraya sevk ve ona teşvik
eder.
Dokuzuncu Esâs: Hem anlarsın ki: Öyle bir Rahman, öyle bir
âlemde, öyle has ibâdına öyle ikramlar edecek; ne göz görmüş, ne kulak işitmiş,
ne kalb-i beşere hutûr etmiştir. Âmenna...
YEDİNCİ HAKİKAT: Bâb-ı Hıfz ve Hafîziyyet olup, İsm-i Hafîz
ve Rakib'in cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki: Gökte, yerde, karada, denizde; yaş
kuru, küçük büyük, âdi âlî herşeyi kemâl-i intizâm ve mîzan içinde muhafaza
edip, bir türlü muhasebe içinde neticelerini eleyen bir hafîziyet; insan gibi
büyük bir fıtratta, hilafet-i kübrâ gibi bir rütbede, emanet-i kübrâ gibi büyük
vazifesi olan beşerin, Rubûbiyyet-i âmmeye temas eden amelleri ve fiilleri
muhafaza edilmesin, muhasebe eleğinden geçirilmesin, adâlet terazisinde tartılmasın,
şayeste ceza ve mükâfat çekmesin? Hâyır, aslâ!..
Evet şu kâinatı idare eden zât, herşeyi nizâm ve mizan
içinde muhafaza ediyor. Nizâm ve mîzan ise; ilim ile hikmet ve irâde ile
kudretin tezahürüdür. Çünki görüyoruz her masnu' vücudunda, gâyet muntâzam ve
mevzun yaratılıyor. Hem hayatı müddetince değiştirdiği sûretler dahi, birer
intizâmlı olduğu halde, heyet-i mecmuası da bir intizâm tahtındadır. Zîra
görüyoruz ki; vazifesinin bitmesiyle ömrüne nihayet verilen ve şu âlem-i
şehâdetten göçüp giden herşeyin Hafîz-i Zülcelâl, birçok Sûretlerini elvâh-ı
mahfûza hükmünde olan (Haşiye: Yedinci Sûret'in haşiyesine bak.) hâfızalarda ve
bir türlü misâlî âyînelerde hıfzedip, ekser tarihçe-i hayatını çekirdeğinde,
neticesinde nakşedip yazıyor. Zâhir ve bâtın âyinelerde ibka ediyor. Meselâ:
Beşerin hâfızası, ağacın meyvesi, meyvenin çekirdeği, çiçeğin tohumu, kanun-u
hafîziyetin âzamet-i ihâtasını gösteriyor.
Görmüyor musun ki: Koca baharın hep çiçekli, meyveli
bütün
sh: » (S: 81)
mevcûdâtı ve bunların
kendilerine göre bütün sahâif-i a'mali ve teşkilâtının kanunları ve
Sûretlerinin timsalleri; mahdud bir miktar tohumcuklar içlerinde yazarak,
muhafaza ediliyor. İkinci bir baharda, onlara göre bir muhasebe içinde sahife-i
amellerini neşredip, kemâl-i intizâm ve hikmet ile koca diğer bir bahar âlemini
meydana getirmekle; hafîziyetin ne derece kuvvetli ihâta ile cereyan ettiğini
gösteriyor. Acaba geçici, âdi, bekasız, ehemmiyetsiz şeylerde böyle muhafaza
edilirse, âlem-i gâybda, âlem-i âhirette, âlem-i ervâhta rubûbiyyet-i âmmede
mühim semere veren beşerin amelleri hıfz içinde gözetilmek Sûretiyle,
ehemmiyetle zabtedilmemesi kabil midir? Hâyır ve aslâ!
Evet şu hafîziyetin bu Sûrette tecellisinden anlaşılıyor
ki: Şu mevcûdâtın Mâliki, mülkünde cereyan eden herşeyin inzibatına büyük bir
ihtimamı var. Hem hâkimiyet vazifesinde nihayet derecede dikkat eder. Hem
Rububiyyet-i Saltanatında gâyet ihtimamı gözetir. O derece ki, en küçük bir
hâdiseyi, en ufak bir hizmeti yazar, yazdırır. Mülkünde cereyan eden herşeyin
Sûretini müteaddid şeylerde hıfzeder. Şu Hafîziyet işaret eder ki: Ehemmiyetli
bir muhasebe-i a'mâl defteri açılacak ve bilhassa mahiyetçe en büyük, en
mükerrem, en müşerref bir mahlûk olan insanın büyük olan amelleri, mühim olan
fiilleri; mühim bir hesab ve mizana girecek, sahife-i amelleri neşredilecek.
Acaba hiç kabil midir ki: İnsan, hilâfet ve emanetle
mükerrem olsun, Rububiyyetin külliyat-ı şuûnuna şahid olarak kesret
dairelerinde, Vahdâniyyet-i İlâhiyyenin dellâllığını ilân etmekle, ekser
mevcûdatın tesbihat ve ibâdetlerine müdahale edip zâbitlik ve müşâhidlik
derecesine çıksın da sonra kabre gidip, rahatla yatsın ve uyandırılmasın! Küçük
büyük her amellerinden sual edilmesin! Mahşere gidip Mahkeme-i Kübrâyı
görmesin! Hâyır ve aslâ!..
Hem bütün gelecek zamanda olan (Hâşiye) mümkinata kadir
___________________________
(Hâşiye): Evet zaman-ı hâzırdan, tâ ibtida-i hilkat-ı âleme
kadar olan zaman-ı mâzi; umumen vukûattır. Vücuda gelmiş herbir günü, herbir
senesi, herbir asrı; birer satırdır, birer sahifedir, birer kitabdır ki Kalem-i
Kader ile tersim edilmiştir. Dest-i Kudret, mu'cizât-ı âyâtını onlarda Kemâl-i
hikmet ve intizâm ile yazmıştır.
Şu zamandan tâ Kıyamete, tâ Cennet'e, tâ Ebede kadar olan
zaman-ı istikbâl; umumen imkânattır. Yâni mâzi vukuâttır, istikbal imkânattır.
İşte o iki zamanın iki silsilesi birbirine karşı mukabele edilse; nasılki dün-
sh: » (S: 82)
olduğuna,bütün geçmiş
zamandaki mu'cizât-ı kudreti olan vukuâtı şehadet eden ve kıyâmet ve Haşre pek
benzeyen kış ile baharı her vakit bilmüşâhede îcad eden bir Kâdîr-i
Zülcelâl'den, insan nasıl ademe gidip kaçabilir, toprağa girip saklanabilir!
Mâdem bu dünyada ona lâyık muhasebe görülüp, hüküm verilmiyor. Elbette bir
Mahkeme-i Kübrâ, bir saadet-i uzmâya gidecektir.
SEKİZİNCİ HAKİKAT: Bâb-ı vaad ve Vaîd'tir. İsm-i Cemîl ve
Celîl'in cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki: Alîm-i Mutlak ve Kadîr-i Mutlak olan
şu masnûâtın Sânii; bütün Enbiyanın tevâtürle haber verdikleri ve bütün
Sıddıkîn ve Evliyanın icmâ' ile şehadet ettikleri mükerrer vaad ve vaîd-i
İlahîsini yerine getirmeyip, -hâşâ- acz ve cehlini göstersin. Halbuki: Vaad ve
vaîdinde bulunduğu emirler; kudretine hiç ağır gelmez. Pek hafif ve pek kolay..
Geçmiş baharın hesabsız mevcûdâtını, gelecek baharda kısmen aynen (Haşiye-1)
kısmen mislen (Haşiye-2) iâdesi kadar kolaydır. Îfa-yı vaad ise; hem bize, hem
__________________
kü günü halkeden ve o
güne mahsus mevcûdatı icad eden Zât; yarınki günü mevcûdâtıyla halketmeye
muktedir olduğu hiçbir vecihle şübhe getirmez. Öyle de şübhe yoktur ki: Şu
meydan-ı garâib olan zaman-ı mâzinin mevcûdâtı ve hârikaları; bir Kadîr-i
Zülcelâl'in mu'cizâtıdır. Kat'î şehadet ederler ki: O Kadîr, bütün istikbalin,
bütün mümkinâtın îcadına, bütün acâibinin izharına muktedirdir.
Evet, nasılki, bir elmayı halkedecek; elbette dünyada bütün
elmaları halketmeye ve koca baharı icad etmeye muktedir olmak gerektir. Baharı
icad etmeyen, bir elmayı îcad edemez. Zira o elma, o tezgâhta dokunuyor.. Bir
elmayı îcad eden, bir baharı îcad edebilir. Bir elma; bir ağacın, belki bir
bahçenin, belki bir kâinatın misâl-i Mûsağğarıdır. Hem san'at itibariyle koca
ağacın bütün tarih-i hayatını taşıyan elmanın çekirdeği itibariyle öyle bir
hârika-i san'attır ki: Onu öylece îcad eden, hiçbir şeyden âciz kalmaz. Öyle
de, bugünü halkeden, kıyâmet gününü halkedebilir ve baharı icad edecek, Haşrin
icadına muktedir bir Zât olabilir. Zaman-ı mâzinin bütün âlemlerini zamanın
şeridine Kemâl-i hikmet ve intizâm ile takıp gösteren; elbette istikbal
şeridine dahi başka kâinatı takıp gösterebilir ve gösterecektir. Kaç Sözlerde,
bilhassa Yirmiikinci Sözde gâyet kat'î isbat etmişiz ki: «Her şey'i yapamayan
hiçbir şey'i yapamaz ve birtek şey'i halkeden, her şey'i yapabilir. Hem eşyanın
îcadı birtek Zâta verilse, bütün eşya birtek şey gibi kolay olur. Ve suhulet
peyda eder. Eğer müteaddit esbaba verilse, ve kesrete isnad edilse, birtek
şeyin îcâdı; bütün eşyanın îcâdı kadar müşkilâtlı olur. Ve imtina derecesinde
suûbet peyda eder...»
(Haşiye-1): Ağaç ve otların kökleri gibi...
(Haşiye-2): Yapraklar, meyveler gibi...
sh: » (S: 83)
her şey'e, hem
kendisine, hem saltanat-ı Rububiyyetine pek çok lâzımdır. Hulf-ul- vaad ise;
hem izzet-i iktidarına zıttır, hem ihâta-yı ilmiyyesine münâfîdir. Zira
hulf-ul- vaad; ya cehilden, ya acizden gelir.
Ey münkir! Bilir misin ki: Küfür ve inkârın ile ne kadar
ahmakça bir cinâyet işliyorsun ki; kendi yalancı vehmini, hezeyancı aklını,
aldatıcı nefsini tasdik edip, hiçbir vechile hulf ve hilâfa mecburiyeti olmayan
ve hiçbir vecihle hilâf; onun izzetine, haysiyetine yakışmayan ve bütün görünen
şeyler ve işler; sıdkına ve hakkaniyyetine şehadet eden bir Zâtı tekzib
ediyorsun! Nihayetsiz küçüklük içinde nihayetsiz büyük cinâyet işliyorsun!
Elbette, ebedî büyük cezaya müstehak olursun. Bâzı ehl-i Cehennem'in bir dişi,
dağ kadar olması; cinâyetinin büyüklüğüne bir mikyas olarak haber verilmiş.
Misâlin şu yolcuya benzer ki: Güneşin ziyâsından gözünü kapar. Kafası içindeki
hayâline bakâr. Vehmi, bir yıldız böceği gibi kafa fenerinin ışığıyla dehşetli
yolunu tenvir etmek istiyor. Mâdem şu mevcûdât; hak söyleyen sâdık kelimeleri,
şu hâdisat-ı kâinat; doğru söyleyen nâtık âyetleri olan Cenâb-ı Hak vaad etmiş,
elbette yapacaktır. Bir Mahkeme-i Kübrâ açacaktır, bir saadet-i uzmâ
verecektir.
DOKUZUNCU HAKİKAT: Bâb-ı İhyâ ve İmâte'dir. İsm-i Hayy-ı
Kayyum'un, Muhyî ve Mümît'in cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki: Ölmüş, kurumuş koca Arzı ihya eden ve
o ihya içinde herbiri, beşer haşri gibi acib, üçyüz binden ziyade envâ'-ı
mahlûkatı haşr ve neşredip kudretini gösteren ve o haşr ve neşr içinde nihayet
derecede karışık ve ihtilât içinde, nihayet derecede imtiyaz ve tefrik ile
ihâta-i ilmiyesini gösteren ve bütün semâvî fermanlarıyla beşerin haşrini
vâ'detmekle bütün ibâdının enzârını saadet-i ebediyyeye çeviren ve bütün
mevcûdâtı başbaşa, omuz omuza, elele verdirip, emir ve irâdesi dairesinde
döndürüp birbirine yardımcı ve müsahhar kılmakla âzamet-i Rubûbiyyetini
gösteren; ve beşeri, şecere-i kâinatın en câmi' ve en nâzik ve en nâzenîn, en
nâzdar, en niyâzdar bir meyvesi yaratıp, kendine muhatâb ittihaz ederek
herşey'i ona müsahhar kılmakla, insana bu kadar ehemmiyet verdiğini gösteren
bir Kadîr-i Rahîm, bir Alîm-i Hakîm; Kıyâmeti getirmesin! Haşri yapmasın ve
yapamasın! Beşeri ihyâ et-
sh: » (S: 84)
mesin veya edemesin!
Mahkeme-i Kübrâyı açamasın! Cennet ve Cehennem'i yaratamasın? Hâşâ ve kellâ!..
Evet şu âlemin Mutasarrıf-ı Zîşân'ı her asırda, her senede,
her günde bu dar, muvakkat rûy-i zeminde Haşr-i Ekberin ve meydân-ı kıyâmetin
pek çok emsâlini ve nümunelerini ve işârâtını icad ediyor. Ezcümle:
Haşr-i baharîde görüyoruz ki; beş-altı gün zarfında küçük
ve büyük hayvânat ve nebâtattan üçyüz binden ziyade envâ'ı haşredip neşrediyor.
Bütün ağaçların, otların köklerini ve bir kısım hayvanları aynen ihya edip iâde
ediyor. Başkalarını ayniyyet derecesinde bir misliyyet sûretinde îcad ediyor.
Halbuki maddeten farkları pek az olan tohumcuklar o kadar karışmışken, kemâl-i
imtiyaz ve teşhîs ile o kadar sür'at ve vüs'at ve sühulet içinde kemâl-i
intizâm ve mîzan ile altı gün veya altı hafta zarfında ihya ediliyor. Hiç kabil
midir ki: Bu işleri yapan Zâta bir şey ağır gelebilsin; Semâvat ve Arzı altı
günde halkedemesin, insanı bir sayhâ ile haşredemesin! Hâşâ...
Acaba: Mûciznümâ bir kâtib bulunsa, hurufları, ya bozulmuş
veya mahvolmuş üçyüz bin kitabı tek bir sahifede karıştırmaksızın, galatsız,
sehivsiz, noksansız, hepsini beraber, gâyet güzel bir Sûrette bir saatte
yazarsa; birisi sana dese: Şu kâtip kendi te'lif ettiği senin suya düşmüş olan
kitabını, yeniden, bir dakika zarfında hâfızasından yazacak. Sen diyebilir
misin ki: Yapamaz ve inanmam... Veyahut, bir Sultân-ı Mu'cizekâr, kendi
iktidarını göstermek için veya ibret ve tenezzüh için bir işaretle dağları
kaldırır, memleketleri tebdil eder. Denizi karaya çevirdiğini gördüğün halde;
sonra görsen ki: Büyük bir taş dereye yuvarlanmış. O Zâtın kendi ziyâfetine dâvet ettiği misafirlerin yolunu kesmiş,
geçemiyorlar. Biri sana dese: O Zât, bir işaretle o taşı, ne kadar büyük olursa
olsun kaldıracak veya dağıtacak. Misafirlerini yolda bırakmayacak. Sen desen
ki: Kaldırmaz veya kaldıramaz... Veyahut, bir zât bir günde, yeniden büyük bir
orduyu teşkil ettiği halde biri dese: O Zât bir boru sesiyle, efrâdı istirahat
için dağılmış olan taburları toplar. Taburlar, nizâmı altına girerler. Sen
desen ki: İnanmam! Ne kadar divânece hareket ettiğini anlarsın...
İşte şu üç temsîli fehmettin ise, bak: Nakkaş-ı Ezelî,
gözümüzün önünde kışın beyaz sahifesini çevirip, bahar ve yaz yeşil yapra
sh: » (S: 85)
ğını açıp, rûy-i Arzın
sahifesinde üçyüz binden ziyâde envâı, Kudret ve Kader kalemiyle ahsen-i Sûret
üzere yazar. Birbiri içinde birbirine karışmaz. Beraber yazar; birbirine mâni
olmaz. Teşkilce, Sûretçe birbirinden ayrı, hiç şaşırtmaz. Yanlış yazmaz. Evet
en büyük bir ağacın ruh programını bir nokta gibi en küçük bir çekirdekte
dercedip, muhafaza eden Zât-ı Hakîm-i Hafîz; vefat edenlerin ruhlarını nasıl
muhafaza eder, denilir mi? Ve Küre-i Arzı bir sapan taşı gibi çeviren Zât-ı
Kadîr; âhirete giden misafirlerinin yolunda, nasıl bu Arzı kaldıracak veya dağıtacak,
denilir mi? Hem hiçten, yeniden bütün zîhayatın ordularını bütün cesedlerinin
taburlarında kemâl-i intizâmla zerratı Emr-i كُنْ فَيَكُونُ ile kaydedip yerleştiren, ordular îcad eden Zât-ı Zülcelâl;
tabur-misâl cesedin nizâmı altına girmekle, birbiriyle tanışan zerrat-ı esâsiye
ve eczâ-yı asliyyesini bir sayha ile nasıl toplayabilir denilir mi?
Hem, bu bahar haşrine benziyen, dünyanın her devrinde, her
asrında, hattâ gece gündüzün tebdilinde hattâ cevv-i havada bulutların îcad ve
ifnasında haşre nümûne ve misâl ve emâre olacak ne kadar nakışlar yaptığını
gözünle görüyorsun. Hattâ eğer hayâlen bin sene evvel kendini farzetsen, sonra
zamanın iki cenahı olan mâzi ile müstakbeli birbirine karşılaştırsan; asırlar,
günler adedince misâl-i hâşir ve Kıyâmetin nümûnelerini göreceksin. Sonra, bu
kadar nümûne ve misâlleri müşâhede ettiğin halde, haşr-i cismânîyi akıldan uzak
görüp istib'âd etmekle inkâr etsen; ne kadar divânelik olduğunu sen de
anlarsın... Bak! Fermân-ı A'zam, bahsettiğimiz hakikata dair ne diyor:
فَانْظُرْ
اِلَى آثَارِ رَحْمَةِ
اللّهِ كَيْفَ
يُحْيِى اْلاَرْضَ
بَعْدَ مَوْتِهَآ
اِنَّ ذلِكَ َلمُحْيِى
اْلمَوْتَى وَهُوَ
عَلَى كُلِّ شَيْءٍ
قَدِيرٌ
ELHÂSIL:
Haşre mâni hiçbir şey yoktur. Muktazî ise; her şeydir. Evet, mahşer-i acâip
olan şu koca Arzı, âdi bir hayvan gibi imâte ve ihya eden ve beşer ve hayvana
hoş bir beşik, güzel bir gemi yapan ve Güneşi onlara şu misafirhanede ışık
verici ve ısındırıcı bir lâmba eden, Seyyaratı Meleklerine tayyare yapan bir
Zâtın, bu derece muhteşem ve sermedî Rubûbiyyeti ve bu derece muazzam ve muhît
hâkimiyyeti; elbette, yalnız böyle geçici, devamsız, bîka-
sh: » (S: 86)
rar, ehemmiyetsiz
mütegayyir bekasız nâkıs, tekemmülsüz umûr-u Dünya üzerinde kurulmaz ve durmaz.
Demek, Ona şâyeste, daimî, berkarar, zevalsiz, muhteşem bir diyar-ı âher var.
Başka bâki bir memleketi vardır. Bizi onun için çalıştırır. Oraya dâvet eder ve
oraya nakledeceğine; zâhirden hakikate geçen ve kurb-u huzuruna müşerref olan
bütün ervah-ı neyyire ashâbı, bütün kulûb-u
münevvere aktâbı, bütün ukûl-ü nuraniyye erbabı şehadet ediyorlar ve bir
mükâfat ve mücâzat ihzâr ettiğini müttefikan haber veriyorlar ve mükerreren pek
kuvvetli vaad ve pek şiddetli tehdid eder, naklederler.
Hulfül-vaad ise hem
zillet, hem tezellüldür. Hiç bir cihetle celâl-i kudsiyyetine yanaşamaz.
Hulf-ül vaîd ise ya afvdan, ya acizden gelir. Halbuki, küfür; cinâyet-i
mutlakadır (Hâşiye), Afve kabil değil... Kadîr-i Mutlak ise, acizden münezzeh
ve mukaddestir. Şahidler, muhbirler ise; mesleklerinde, meşreblerinde,
mezheblerinde muhtelif oldukları halde kemâl-i ittifak ile şu mes'elenin
esâsında müttehiddirler. Kesretçe tevâtür derecesindedirler. Keyfiyetçe icmâ
kuvvetindedirler. Mevkice herbiri nev-i beşerin bir yıldızı, bir tâifenin gözü,
bir milletin azizidirler. Ehemmiyetçe şu mes'elede hem ehl-i ihtisas, hem ehl-i
isbattırlar. Halbuki bir fende veya bir san'atta iki ehl-i ihtisas, binler
başkalardan müreccahtırlar ve ihbarda iki müsbit, binler nâfîlere tercih
edilir. Meselâ: Ramazan hilâlinin
sübûtunu ihbar eden iki adam, binler münkirleri inkârlarını hiçe atarlar.
Elhâsıl, dünyada bundan daha doğru bir haber, daha sağlam bir dâva, daha zâhir
bir hakikat olamaz... Demek, şübhesiz dünya bir mezraadır. Mahşer ise bir
beyderdir, harmandır. Cennet, Cehennem ise birer mahzendir.
___________________________
(Haşiye): Evet küfür,
mevcûdâtın kıymetini iskat ve mânâsızlıkla ittiham ettiğinden; bütün kâinata
karşı bir tahkir ve mevcûdat âyinelerinde cilve-i Esmâyı inkâr olduğundan;
bütün Esmâ-yı İlâhiyyeye karşı bir tezyif ve mevcûdâtın vahdâniyyete olan
şehadetlerini reddettiğinden; bütün mahlûkata karşı bir tekzib olduğundan;
istidad-ı insânîyi öyle ifsad eder ki: Salâh ve hayrı kabûle liyâkatı kalmaz.
Hem, bir zulm-ü azîmdir ki: Umum mahlûkatın ve bütün Esmâ-i İlahiyyenin
hukukuna bir tecâvüzdür. İşte şu
hukukun muhafazası; ve nefs-i kâfir hayra kabiliyetsizliği; küfrün adem-i
afvını iktiza eder. اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظِيمٌ şu mânâyı ifade eder.
sh: » (S: 87)
ONUNCU HAKİKAT: Bâb-ı Hikmet, İnayet, Rahmet, Adâlet tir.
İsm-i Hakîm, Kerim, Âdil, Rahîm'in cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki: Şu bekasız misafirhane-i Dünyada ve şu
devamsız meydan-ı imtihanda ve şu sebatsız teşhirgâh-ı arzda bu derece bâhir
bir hikmet, bu derece zâhir bir inâyet ve bu derece kahir bir adâlet ve bu
derece vâsi bir merhametin âsârını gösteren Mâlik-ül Mülk-i Zülcelâl'in daire-i
memleketinde ve âlem-i mülk ve melekûtunda daimî meskenler, ebedî sâkinler,
bâki makamlar, mukîm mahlûklar bulunmayıp şu görünen hikmet, inâyet, adâlet,
merhametin hakikatları hiçe insin?.. Hem hiç kabil midir ki O Zât-ı Hakîm, şu
insanı bütün mahlûkat içinde kendine küllî muhatâb ve câmi' bir âyine yapıp
bütün hazâin-i rahmetinin müştemilâtını ona tattırsın, hem tarttırsın, hem
tanıttırsın, kendini bütün esmâsıyla ona bildirsin, onu sevsin ve sevdirsin..
sonra o bîçare insanı o ebedî memleketine göndermesin? O daimî saadetgâha dâvet
edip mes'ud etmesin? Hem hiç mâkul mudur ki: hattâ çekirdek kadar herbir
mevcûda bir ağaç kadar vazife yükü yüklesin, çiçekleri kadar hikmetleri
bindirsin, semereleri kadar maslahatları taksın da bütün o vazifeye, o
hikmetlere, o maslahatlara dünyaya müteveccih yanız bir çekirdek kadar gaye
versin! Bir hardal kadar ehemmiyeti olmayan dünyevî bekasını gaye yapsın! Ve
bunları, âlem-i mânâya çekirdekler ve âlem-i âhirete bir mezraa yapmasın! Tâ
hakikî ve lâyık gayelerini versinler. Ve bu kadar mühim ihtifâlât-ı mühimmeyi
gayesiz, boş, abes bıraksın. Onların yüzünü âlem-i mânâya, âlem-i âhirete
çevirmesin? Tâ asıl gayeleri ve lâyık meyvelerini göstersin. Evet hiç mümkün
müdür ki: Bu şeyleri böyle hilâf-ı hakikat yapmakla kendi evsaf-ı hakikiyesi
olan Hakîm, Kerîm, Âdil, Rahîm'in zıdlarıyla -hâşâ sümme hâşâ- muttasıf
gösterip hikmet ve keremine, adl ve rahmetine delâlet eden bütün kâinatın
hakaikını tekzib etsin, bütün mevcûdatın şehadetlerini reddetsin, bütün
masnûatın delâletlerini ibtal etsin!
Hem hiç akıl kabûl eder mi kî, insanın başına ve içindeki
havassına saçları adedince vazifeler yükletsin de, yalnız bir saç hükmünde ona
bir ücret-i dünyeviyye versin; adâlet-i hakikiyesine zıd olarak ve hikmet-i
hakikiyyesine münâfî, mânâsız iş yapsın!
Hem hiç mümkün müdür ki, bir ağaca taktığı neticeler, mey
sh: » (S: 88)
veler miktarınca herbir
zîhayata, belki lisan gibi herbir uzvuna, belki herbir masnûa o derece
hikmetleri, maslahatları takmakla kendisinin bir Hakîm-i Mutlak olduğunu isbat
edip göstersin, sonra bütün hikmetlerin en büyüğü ve bütün maslahatların en
mühimmi ve bütün neticelerin en elzemi ve hikmeti hikmet, nimeti nimet, rahmeti
rahmet eden ve bütün hikmetlerin, nimetlerin, rahmetlerin, maslahatların menbaı
ve gayesi olan beka ve likayı ve saadet-i ebediyeyi vermeyip terkederek, bütün
işlerini abesiyet-i mutlaka derekesine düşürsün ve kendini o zâta benzetsin ki;
öyle bir saray yapar, herbir taşında binlerce nâkışlar, herbir tarafında binler
zînetler ve herbir menzilinde binler kıymetdar âlât ve levâzımat-ı beytiye
bulundursun da sonra ona dam yapmasın, her şey çürüsün, beyhude bozulsun. Hâşâ
ve kellâ!. Hayr-ı Mutlak'tan hayır gelir, Cemîl-i Mutlak'tan güzellik gelir,
Hakîm-i Mutlak'tan abes bir şey gelmez. Evet her kim fikren tarihe binip mâzi
cihetine gitse, şu zaman-ı hâzırda gördüğümüz menzil-i dünya, meydan-ı ibtilâ,
meşher-i eşya gibi, seneler adedince vefat etmiş menziller, meydanlar,
meşherler, âlemler görecek. Sûretçe, keyfiyetçe birbirinden ayrı oldukları
halde; intizâmca, acaibce, Sâniin kudret ve hikmetini göstermekçe birbirine
benzer. Hem görecek ki; o sebatsız menzillerde, o devamsız meydanlarda, o
bekasız meşherlerde o kadar bâhir bir hikmetin intizâmatını, o derece zâhir bir
inâyetin işarâtını, o mertebe kahir bir adâletin emâratını, o derece vâsi bir
merhametin semerâtını görecek. Basiretsiz olmamak şartıyla yakînen bilecek ki:
O hikmetten daha ekmel bir hikmet olamaz ve o âsârı görünen inâyetten daha
ecmel bir inâyet kabil değil ve o emaratı görünen adâletten daha ecell bir
adâlet yoktur ve o semerâtı görünen merhametten daha eşmel bir merhamet
tasavvur edilmez.
Eğer farz-ı muhal olarak şu işleri çeviren, şu misafirleri
ve misafirhaneleri değiştiren Sultân-ı Sermedî'nin daire-i memleketinde daimî
menziller, âlî mekânlar, sâbit makamlar, bâki meskenler, mukîm ahali, mes'ud
ibâdı bulunmazsa; ziya, hava, su, toprak gibi kuvvetli ve şümûllü dört anâsır-ı
mâneviye olan hikmet, adâlet, inâyet, merhametin hakikatlarını nefyetmek ve o
anâsır-ı zâhiriye gibi, görünen vücudlarını inkâr etmek lâzımgelir. Çünki şu
bekasız Dünya ve mâfîha, onların tam hakikatlarına mazhar olamadığı mâlûmdur.
Eğer başka yerde dahi onlara tam mazhar olacak mekân bulunmazsa, o vakit
gündüzü dolduran ziyayı gördüğü halde, Güneşin vücudunu inkâr etmek derecesinde
bir divanelikle, şu her
sh: » (S: 89)
şeyde bulunan gözümüz önündeki hikmeti inkâr
etmek, şu nefsimizde ve ekser eşyada her vakit müşahede ettiğimiz inâyeti inkâr
etmek ve şu pek kuvvetli emâratı görünen adâleti inkâr etmek (Hâşiye) ve şu her
yerde gördüğümüz merhameti inkâr etmek lâzımgeldiği gibi; şu kâinatta
gördüğümüz icraat-ı hakîmane ve ef'âl-i kerîmane ve ihsanât-ı rahîmânenin
sahibini «Hâşâ sümme hâşâ!» sefih bir oyuncu, gaddar bir zalim olduğunu kabûl
etmek lâzımgelir ki, nihayetsiz muhal bir inkılab-ı hakaiktir. Hattâ herşeyin vücudunu
ve kendi nefsinin vücudunu inkâr eden ahmak Sofestaîler dahi bunun tasavvuruna
kolay kolay yanaşamazlar...
(Hâşiye): Evet adâlet iki şıktır. Biri müsbet, diğeri
menfîdir. Müsbet ise, hak sahibine hakkını vermektir. Şu kısım adâlet, bu
dünyada bedâhet derecesinde ihâtası vardır. Çünki "Üçüncü Hakikat"ta
isbat edildiği gibi; herşeyin istidad lisanıyla ve ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla ve
ızdırar lisanıyla Fâtır-ı Zülcelâl'den istediği bütün matlûbatını ve vücud ve
hayatına lâzım olan bütün hukukunu mahsus mizanlarla, muayyen ölçülerle
bilmüşahede veriyor. Demek adâletin şu kısmı, vücud ve hayat derecesinde kat'î
vardır.
İkinci kısım menfîdir ki, haksızları terbiye etmektir. Yâni
haksızların hakkını, tâzib ve tecziye ile veriyor. Şu şık ise çendan tamamıyla
şu dünyada tezahür etmiyor. Fakat o hakikatın vücudunu ihsas edecek bir Sûrette
hadsiz îşârat ve emârat vardır. Ezcümle: Kavm-i Âd ve Semûd'dan tut, tâ şu
zamanın mütemerrid kavimlerine kadar gelen sille-i te'dib ve tâziyane-i tazib,
gâyet âlî bir adâletin hükümran olduğunu hads-i kat'î ile gösteriyor.
Elhâsıl: Şu görünen şuunat, dünyadaki vüs'atli içtimâat-ı
hayatiye ve sür'atli iftirakat-ı mevtiye ve haşmetli toplanmalar ve çabuk
dağılmalar ve âzametli ihtifâlât ve büyük tecelliyat ile ve onların bu âleme
ait bu Dünya-yı fânide kısa bir zamanda mâlûmumuz olan semerat-ı cüz'iyeleri,
ehemmiyetsiz ve muvakkat gayeleri mabeyninde hiç münasebet olmadığından, âdeta
küçük bir taşa bir büyük dağ kadar hikmetler, gayeler takmak; bir büyük dağa,
bir küçük taş gibi muvakkat bir gaye-i cüz'iye vermeye benzer ki; Hiçbir akıl
ve hikmete uygun gelemez.
Demek şu mevcûdat ve şuûnat ile ve dünyaya ait gayeleri
ortasında bu derece nisbetsizlik, kat'iyyen şehadet eder ki; bu mevcûdatın
yüzleri âlem-i mânâya müteveccihtir, münasib meyveleri orada veriyor ve gözleri
Esmâ-i Kudsiyyeye dikkat ediyorlar, gayeleri o âleme bakıyor. Ve özleri dünya
toprağı altında, sünbülleri âlem-i Misâlde inkişaf ediyor. İnsan istidadı
nisbetinde burada ekiyor ve ekiliyor, âhirette mahsul alıyor. Evet şu eşyanın
Esmâ-i İlahiyyeye
sh: » (S: 90)
ve âlem-i âhirete
müteveccih yüzlerine baksan göreceksin ki; Mu'cize-i Kudret olan herbir
çekirdeğin bir ağaç kadar gayesi var. Kelime-i Hikmet olan herbir çiçeğin
(Hâşiye) bir ağaç çiçekleri kadar mânâları var ve o hârika-i san'at ve
manzûme-i Rahmet olan herbir meyvenin, bir ağacın meyveleri kadar hikmetleri
var. Bizlere rızık olması ise; o binler hikmetlerinden birtek hikmettir ki,
vazifesi biter, mânâsını ifade eder, vefat eder, midemizde defnedilir. Mâdem bu
fâni eşya, başka yerde bâki meyveler verirler ve daimî Sûretler bırakır ve
başka cihette ebedî mânâlar ifade eder, sermedî tesbihat yapar. Ve insan ise,
onların şu cihetine bakan yüzlerine bakmakla insan olur, Fânide bâkiye yol
bulur.
Demek, bu hayat ve mevt içinde yuvarlanan, toplanıp dağılan
mevcûdat içinde başka maksad var. Temsilde kusur yoktur: Şu ahvâl, taklid ve
temsil için teşkil ve tertib edilen ahvâle benzer. Nasıl büyük masrafla kısa
içtimâlar, dağılmalar yapılıyor. Tâ Sûretler alınsın, terkib edilsin, sinemada
dâim gösterilsin. Onun gibi, bu dünyada kısa bir müddet zarfında hayat-ı
şahsiye ve hayat-ı içtimâiye geçirmenin bir gayesi şudur ki: Sûretler alınıp
terkib edilsin, Netice-i âmelleri alınıp hıfzedilsin. Tâ bir mecmâ-i ekberde
muhasebesi görülsün. Ve bir meşher-i âzamda gösterilsin ve bir saadet-i uzmâya
istidadı gösterilsin. Demek Hadîs-i Şerifte «Dünya âhiret mezraasıdır» diye bu
hakikatı ifade ediyor.
Mâdem dünya var. Ve dünya içinde bu âsârıyla hikmet ve
inâyet ve rahmet ve adâlet var. Elbette dünyanın vücûdu gibi kat'î olarak
âhiret de var. Mâdem dünyada herşey bir cihette o âleme bakıyor. Demek oraya
gidiliyor. Âhireti inkâr etmek, dünya ve mâfîhayı inkâr etmek demektir. Demek
ecel ve kabir insanı beklediği gibi, Cennet ve Cehennem de insanı bekliyor ve
gözlüyor.
ONBİRİNCİ HAKİKAT: Bâb-ı İnsâniyettir. İsm-i Hakk'ın
cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki: Cenâb-ı Hak ve Mâbud-u Bilhak; insa-
_____________________________
(Hâşiye): Sual: Eğer dense: Neden en çok misâlleri çiçekten
ve çekirdekten ve meyveden getiriyorsun?
Elcevab: Çünki onlar hem Mu'cizât-ı Kudretin en antikaları,
en hârikaları, en nazeninleridirler. Hem ehl-i tabiat ve ehl-i dalâlet ve ehl-i
felsefe, onlardaki Kalem-i Kader ve kudretin yazdığı ince hattı okuyamadıkları için
onlarda boğulmuşlar, tabiat bataklığına düşmüşler.
sh: » (S: 91)
nı şu kâinat içinde
Rububiyyet-i Mutlakasına ve umum âlemlere Rububiyyet-i âmmesine karşı en
ehemmiyetli bir abd ve hitâbat-ı Sübhaniyyesine en mütefekkir bir muhatâb ve
mazhariyyet-i esmâsına en câmi' bir âyine ve onu İsm-i âzamın tecellisine ve
her isimde bulunan İsm-i âzamlık mertebesinin tecellisine mazhar bir ahsen-i
takvimde en güzel bir mu'cize-i Kudret ve hazain-i Rahmetinin müştemilâtını
tartmak, tanımak için en ziyade mîzan ve âletlere mâlik bir müdakkik ve
nihayetsiz nimetlerine en ziyade muhtaç ve fenadan en ziyade müteellim ve
bekaya en ziyade müştak ve hayvanat içinde en nâzik ve en nâzdar ve en fakir ve
en muhtaç ve hayat-ı dünyeviyece en müteellim ve en bedbaht ve istidadça en
ulvî ve en yüksek Sûrette, mahiyette yaratsın da, onu müstaid olduğu ve müştak
olduğu ve lâyık olduğu bir Dâr-ı Ebedîye göndermeyip, hakikat-ı insâniyeyi
ibtal ederek kendi hakkaniyetine taban tabana zıd ve hakikat nazarında çirkin
bir haksızlık etsin!
Hem hiç kabil midir ki: Hâkim-i Bilhak, Rahîm-i Mutlak;
insana öyle bir istidad verip, yer ile gökler ve dağlar tahammülünden çekindiği
Emânet-i Kübrâyı tahammül edip, yâni küçücük cüz'î ölçüleriyle, sanatçıklarıyla
Hâlıkının muhit sıfatlarını, küllî şuunâtını, nihayetsiz tecelliyatını ölçerek
bilip; hem yerde en nâzik, nâzenin, nâzdar, âciz, zaîf yaratıp; halbuki bütün
yerin nebatî ve hayvanî olan mahlukatına bir nevi tanzimat memuru yapıp,
onların tarz-ı tesbihat ve ibâdetlerine müdahale ettirip, kâinattaki icraat-ı
İlahiyeye küçücük mikyasta bir temsil gösterip, Rububiyyet-i Sübhaniyeyi fiilen
ve kalen kâinatta ilân ettirmek, meleklerine tercih edip hilâfet rütbesini
verdiği halde; ona bütün bu vazifelerinin gayesi ve neticesi ve semeresi olan
saadet-i ebediyeyi vermesin! Onu bütün mahlûkatının en bedbaht, en bîçare, en
musibetzede, en dertmend, en zelil bir derekeye atıp; en mübarek, nuranî ve
âlet-i tes'id bir hediye-i hikmeti olan aklı o bîçareye en meş'ûm ve zulmanî
bir âlet-i tâzib yapıp, hikmet-i mutlakasına büsbütün zıd ve merhamet-i
mutlakasına külliyen münâfî bir merhametsizlik etsin. Hâşâ ve kellâ!
Elhâsıl: Nasıl hikâye-i temsiliyede bir zâbitin cüzdanına
ve defterine bakıp görmüş idik ki; hem rütbesi, hem vazifesi, hem maaşı, hem
düstur-u hareketi, hem cihâzatı bize gösterdi ki; o zabit, o muvakkat meydan
için değil, belki müstekar bir memlekete
sh: » (S: 92)
gidecek de ona göre çalışıyor. Aynen onun
gibi; insanın kalb cüzdanındaki letâif ve akıl defterindeki havas ve
istidadındaki cihazat, tamamen ve müttefikan Saadet-i Ebediyyeye müteveccih ve
ona göre verilmiş ve ona göre teçhiz edilmiş olduğuna ehl-i tahkik ve keşf
müttefiktirler. Ezcümle:
Meselâ aklın bir hizmetkârı ve tasvircisi olan kuvve-i
hayâliyyeye denilse ki: "Sana bir milyon sene ömür ile saltanat-ı dünya
verilecek, fakat âhirde mutlaka hiç olacaksın." Tevehhüm aldatmamak, nefis
karışmamak şartıyla «Oh» yerine «Ah» diyecek ve teessüf edecek. Demek en büyük
fâni, en küçük bir âlet ve cihâzat-ı insâniyeyi doyuramıyor. İşte bu istidaddandır
ki, insanın Ebede uzanmış emelleri ve kâinatı ihâta etmiş efkârları ve ebedî
saadetlerinin enva'ına yayılmış arzuları gösterir ki; bu insan ebed için
halkedilmiş ve ebede gidecektir. Bu dünya ona bir misafirhanedir ve âhiretine
bir intizar salonudur.
ONİKİNCİ HAKİKAT: Bâb-ı Risâlet ve Tenzil'dir.
«Bismillahirrahmânirrahîm» in cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki: Bütün enbiya mu'cizelerine istinad
ederek sözünü te'yid ettikleri ve bütün Evliya keşf ve kerâmetlerine istinad
edip dâvasını tasdik ettikleri ve bütün Asfiya tahkikatına istinad ederek
hakkaniyetine şehâdet ettikleri Resul-i Ekrem Sallallahü Aleyhi ve Sellem'in
tahakkuk etmiş bin mu'cizâtının kuvvetine istinad edip bütün kuvvetiyle, hem
kırk vecihle mu'cize olan Kur'an-ı Hakîm binler âyât-ı kat'iyesine istinad
ederek, bütün kat'iyetle açtıkları âhiret yolunu ve küşâd ettikleri Cennet
kapısını, sinek kanadı kadar kuvveti bulunmayan vâhî vehimler, ne haddi var ki
kapatabilsin!..
Geçen hakikatlardan anlaşıldı ki; haşir mes'elesi öyle
râsih bir hakikattır ki, Küre-i Arzı yerinden kaldıracak, kırıp atacak bir
kuvvet o hakikatı sarsamaz. Zîra o hakikatı Cenâb-ı Hak bütün esmâ ve sıfâtının
iktizası ile tesbit ediyor ve Resul-i Ekrem'i bütün mu'cizât ve berâhiniyle
tasdik ediyor ve Kur'an-ı Hakîm bütün hakaik ve âyâtıyla onu isbat ediyor ve şu
kâinat bütün âyât-ı tekviniyye ve şuunat-ı hakîmanesi ile şehadet ediyor. Acaba hiç mümkün müdür ki; haşir mes'elesinde
Vâcib-ül Vücud ile bütün mevcûdat -kâfirler müstesna olarak- ittifak etmiş
olsun, kıl kadar kuvveti ol-
sh: » (S: 93)
mayan şübheler, şeytanî
vesveseler o dağ gibi hakikat-ı râsiha-ı âliyeyi sarssın, yerinden kaldırsın.
Hâşâ ve kellâ!..
Sakın zannetme, delâil-i Haşriye, bahsettiğimiz Oniki
Hakikata münhasırdır. Hâyır, belki yalnız Churn-ı Hakîm, geçen şu Oniki
Hakikatları bize ders verdiği gibi, daha binler vücûha işaret edip, herbir
vecih kavî bir emâredir ki: Hâlıkımız bizi bu dâr-ı fâniden bir dâr-ı Bâkîye
nakledecektir.
Hem sakın zannetme ki: Haşri iktiza eden Esmâ-i İlahiye,
bahsettiğimiz gibi yâlnız Hakîm, Kerîm, Rahîm, Âdil, Hafîz isimlerine
münhasırdır. Hayır, belki kâinatın tedbirinde tecelli eden bütün Esmâ-i
İlahiye, âhireti iktiza eder, belki istilzam eder.
Hem zannetme ki, haşre delâlet eden kâinatın âyât-ı
tekviniyesi, şu geçen bahsettiğimize münhasırdır. Hâyır, belki ekser mevcûdâtta
sağa sola açılır perdeler gibi vecih ve keyfiyetleri vardır ki: Bir vechi Sânia
şehadet ettiği gibi, diğer vechi de haşre işaret eder. Meselâ: İnsanın âhsen-i
takvimdeki hüsn-ü masnûiyeti, Sâni'i gösterdiği gibi; o ahsen-i takvimdeki
kabiliyet-i câmiasıyla kısa bir zamanda zevâl bulması, haşri gösterir. Bâzı
kerre bir vecihle iki nazarla bakılsa; hem Sâni'i, hem haşri gösterir. Meselâ:
Ekser eşyada görünen hikmetin tanzimi, inâyetin tezyini, adâletin tevzîni ve
rahmetin taltifi; nasılki mahiyetlerine bakılsa, bir Sâni'-i Hakîm, Kerîm,
Âdil, Rahîm'in dest-i kudretinden çıktığını gösterirler. Onun gibi, bunların
kuvveti ve hadsizlikleriyle beraber, şunların mazharları olan şu fâni
mevcûdâtın ehemmiyetsiz ve az yaşamasına bakılsa, âhiret görünür. Demek ki,
herşey lisan-ı hal ile
اَمَنْتُ بِاللَّهِ
وَ بِالْيَوْمِ
اْلاَخِرِ okuyor ve okutturuyor...
***
sh: » (S: 94)
Hâtime
Geçen Oniki Hakikat, birbirini te'yid eder, birbirini
tekmil eder, birbirine kuvvet verir. Bütün onlar birden ittihad ederek neticeyi
gösterir. Hangi vehmin haddi var; şu demir gibi, belki elmas gibi Oniki Muhkem
Surları delip geçebilsin. Tâ hısn-ı hasînde olan haşr-i îmanîyi sarssın!
مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ âyet-i kerîmesi ifade ediyor ki: Bütün insanların halkolunması
ve haşredilmesi, Kudret-i İlahiyeye nisbeten birtek insanın halkı ve haşri gibi
âsandır. Evet öyledir. "Nokta" nâmında bir risalede Haşir bahsinde şu
âyetin ifade ettiği hakikatı tafsîlen yazmışım. Burada yalnız bir kısım
temsîlâtıyla hülâsasına bir işaret edeceğiz. Eğer istersen o «Nokta»ya müracaat
et.
Meselâ: وَلِلّهِ اْلمَثَلُ اْلاَعْلَى -Temsilde kusur yok- Nasılki, «Nûrâniyyet sırrıyle» Güneşin
cilvesi, kendi ihtiyarıyla olsa da, bir zerreye sühûletle verdiği cilveyi, aynı
sühþþûletle hadsiz şeffâfâta da verir.
Hem «şeffâfîyyet sırrîyle» bir zerre-i şeffâfenin küçük göz
bebeği Güneşin aksini almasında, denizin geniş yüzüne müsavidir.
Hem «intizâm sırrıyle» bir çocuk parmağıyla gemi
Sûretindeki oyuncağını çevirdiği gibi, kocaman bir diritnotu da çevirir.
Hem «imtisâl sırrıyle» bir kumandan birtek neferi bir arş
em
sh: » (S: 95)
riyle tahrik ettiği
gibi, bir koca orduyu da aynı kelime ile tahrik eder.
Hem «müvazene sırrîyle» cevv-i fezâda bir terazi ki, öyle
hakikî hassas ve o derece büyük farzedelim ki, iki ceviz terazinin iki gözüne
konulsa hisseder ve iki güneşi de istiab edip tartar. O iki kefesinde bulunan
iki cevizi birini semâvata, birini yere indiren âynı kuvvetle, iki şems
bulunsa; birini arşa, diğerini ferşe kaldırır, indirir.
Mâdem şu âdi, nâkıs, fâni mümkinatta nuraniyet ve
şeffâfîyet ve intizâm ve imtisâl ve müvazene sırlarıyla, en büyük şey en küçük
şey'e müsâvi olur. Hadsiz hesabsız şeyler birtek şeye müsâvi görünür. Elbette
Kadîr-i Mutlak'ın zâtî ve nihayetsiz ve gâyet kemâlde olan kudretinin nuranî
tecelliyatı ve melekûtiyet-i eşyanın şeffafiyeti ve hikmet ve kaderin
intizâmatı ve eşyanın evâmir-i tekvîniyesine kemâl-i imtisâli ve mümkinâtın
vücudu ve ademin müsavâtından ibaret olan imkânındaki müvazenesi sırrîyle; az
çok, büyük küçük ona müsavi olduğu gibi, bütün insanları birtek insan gibi bir
sayha ile Haşre getirebilir. Hem bir şeyin kuvvet ve za'fça merâtibi, o şeyin
içine zıddının müdahalesidir. Meselâ: Hararetin derecatı, soğuğun müdhalesidir.
Güzelliğin merâtibi, çirkinliğin müdahalesidir. Ziyanın tabakatı, karanlığın
müdahalesidir. Fakat birşey zâtî olsa, ârızî olmazsa, onun zıddı ona müdahale
edemez. Çünki: Cem'-i zıddeyn lâzımgelir. Bu ise, muhaldir. Demek asıl, zâtî
olan bir şeyde merâtib yoktur. Mâdem Kadîr-i Mutlak'ın kudreti zâtîdir,
mümkinât gibi ârızî değildir ve kemâl-i mutlaktadır. Onun zıddı olan acz ise,
muhaldir ki tedâhül etsin. Demek bir baharı halketmek, Zât-ı Zülcelâl'ine bir
çiçek kadar ehvendir. Eğer esbaba isnad edilse; bir çiçek bir bahar kadar ağır
olur. Hem bütün insanları ihya edip haşretmek, bir nefsin ihyası gibi kolaydır.
Mes'ele-i haşrin başından buraya kadar olan temsil
sûretlerine ve hakikatlarına dair olan Beyânâtımız, Kur'an-ı Hakîm'in
feyzindendir. Nefsi teslime kalbi kabûle ihzârdan ibarettir. Asıl söz ise
Kur'anındır. Zîra söz odur ve söz onundur. Dinleyelim:
sh: » (S: 96)
فَلِلَّهِ
اْلحُجَّةُ الْبَالِغَةُ
فَانْظُرْ
اِلَى آثَارِ رَحْمَةِ
اللّهِ كَيْفَ
يُحْيِى اْلاَرْضَ
بَعْدَ مَوْتِهَا
اِنَّ ذلِكَ َلمُحْيِى
اْلمَوْتَى وَهُوَ
عَلَى كُلِّ شَيْءٍ
قَدِيرٌ قَالَ
مَنْ يُحْيِى اْلعِظَامَ
وَهِىَ رَمِيمٌ
قُلْ يُحْيِيهَا
الّذِى اَنْشَاَهَا
اَوَّلَ مَرَّةٍ
وَهُوَ بِكُلِّ
خَلْقٍ عَلِيمٌ
يَآ اَيُّهَا
النَّاسُ اتَّقُوا
رَبَّكُمْ اِنَّ
زَلْزَلَةَ السَّاعَةِ
شَيْءٌ عَظِيمٌ
يَوْمَ تَرَوْنَهَا
تَذْهَلُ كُلُّ
مُرْضِعَةٍ عَمَّا
اَرْضَعَتْ وَتَضَعُ
كُلُّ ذَاتِ حَمْلٍ
حَمْلَهَا وَتَرَى
النَّاسَ سُكَارَى
وَمَا هُمْ بِسُكَارَى
وَلكِنَّ عَذَابَ
اللّهِ شَدِيدٌ
(اَللّهُ
لآَ اِلهَ اِلاَّ
هُوَ لَيَجْمَعَنَّكُمْ
اِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ
لاَ رَيْبَ فِيهِ
وَمَنْ اَصْدَقُ
مِنَ اللَّهِ حَدِيثًا
اِنَّ
اْلاَبْرَارِ
لَفِى نَعِيمٍ وَاِنَّ
الْفُجَّارَ لَفِى
جَحِيمٍ اِذَا
زُلْزِلَتِ اْلاَرْضُ
زِلْزَالَهَا
وَاَخْرَجَتِ
اْلاَرْضُ اَثْقَالَهَا
وَ قَالَ اْلاِنْسَانُ
مَالَهَا يَوْمَئِذٍ
تُحَدِّثُ اَخْبَارَهَا
بِاَنَّ رَبَّكَ
اَوْحَى لَهَا
يَوْمَئِذٍ يَصْدُرُ
النَّاسُ اَشْتَاتًا
لِيُرَوْا اَعْمَالَهُمْ
فَمَنْ يَعْمَلْ
مِثْقَالَ ذَرّةٍ
خَيْرًا يَرَهُ
وَمَنْ يَعْمَلْ
مِثْقَالَ ذَرَّةٍ
شَرًّا يَرَهُ
) اَلْقَارِعَةُ
مَا الْقَارِعَةُ
وَمَآ اَدْرَيكَ
مَا الْقَارِعَةُ
يَوْمَ يَكُونُ
النَّاسُ كَالْفَرَاشِ
الْمَبْثُوثِ
وَ تَكُونُ الْجِبَالُ
كَالْعِهْنِ الْمَنْفُوشِ
فَاَمَّا مَنْ
ثَقُلَتْ مَوَازِينُهُ
فَهُوَ فِى عِيشَةٍ
رَاضِيَةٍ وَ اَمَّا
مَنْ خَفَّتْ مَوَازِينُهُ
فَامُّهُ هَاوِيَةٌ
وَمَا اَدْرَيكَ
مَاهِيَهْ نَارٌ
حَامِيَةٌ وَلِلّهِ
غَيْبُ السَّموَاتِ
وَاْلاَرْضِ وَمَا
اَمْرُ السَّاعَةِ
اِلاَّ كَلَمْحِ
الْبَصَرِ اَوْ
هُوَ اَقْرَبُ
اِنَّ اللّهَ عَلَى
كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
daha bunlar gibi Âyât-ı
Beyyinat-ı Kur'aniyeyi dinleyip, âmennâ ve saddaknâ diyelim...
sh: » (S: 97)
اَمَنْتُ
بِاللَّهِ وَ مَلئِكَتِهِ
وَ كُتُبِهِ وَ
رُسُلِهِ وَ الْيَوْمِ
اْلاَخِرِ وَ بِالْقَدَرِ
خَيْرِهِ وَ شَرِّهِ
مِنَ اللَّهِ تَعَالَى
وَ الْبَعْثُ بَعْدَ
الْمَوْتِ حَقٌّ
وَ اَنَّ الْجَنَّةَ
حَقٌّ وَ النَّارَ
حَقٌّ وَ اَنَّ
الشَّفَاعَةَ
حَقٌّ وَ اَنَّ
مُنْكَرًا وَ نَكِيرًا
حَقٌّ وَ اَنَّ
اللَّهَ يَبْعَثُ
مَنْ فِى الْقُبُورِ
اَشْهَدُ اَنْ
لآَ اِلهَ اِلاَّ
اللَّهُ وَ اَشْهَدُ
اَنَّ مُحَمَّدًا
رَسُولُ اللَّهِ
اَللّهُمَّ
صَلِّ عَلَى اَلْطَفِ
وَ اَشْرَفِ وَ
اَكْمَلِ وَ اَجْمَلِ
ثَمَرَاتِ طُوبَآءِ
رَحْمَتِكَ الَّذِى
اَرْسَلْتَهُ
رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ
وَ وَسِيلَةً لِوُصُولِنَا
اِلَى اَزْيَنِ
وَ اَحْسَنِ وَ
اَجْلَى وَ اَعْلَى
ثَمَرَاتِ تِلْكَ
طُوبَآءِ الْمُتَدَلِّيَةِ
عَلَى دَارِ اْلاَخِرَةِ
آىِ الْجَنَّةِ
اَللَّهُمَّ اَجِرْنَا
وَ اَجِرْ وَالِدَيْنَا
مِنَ النَّارِ
وَ اَدْخِلْنَا
وَ اَدْخِلْ وَالِدَيْنَا
الْجَنَّةَ مَعَ
اْلاَبْرَارِ
بِجَاهِ نَبِيِّكَ
الْمُخْتَارِ
آمِينَ
Ey
şu risaleyi insaf ile mütâlâa eden kardeş! Deme, niçin bu "Onuncu
Söz"ü birden tamamıyla anlayamıyorum ve tamam anlamadığın için sıkılma!..
Çünki: İbn-i Sîna gibi bir dâhî-yi hikmet,
اَلْحَشْرُ
لَيْسَ عَلَى مَقَايِيسَ
عَقْلِيَّةٍ demiş. "İman ederiz, fakat akıl bu yolda gidemez"
diye hükmetmiştir. Hem bütün Ülemâ-i İslâm: "Haşir, bir mes'ele-i
nakliyedir, delili nakildir. Akıl ile ona gidilmez." diye müttefikan
hükmettikleri halde, elbette o kadar derin ve mânen pek yüksek bir yol;
birdenbire bir cadde-i umumiye-i akliye hükmüne geçemez. Kur'an-ı Hakîm'in
feyziyle ve Hâlık-ı Rahîm'in rahmetiyle, şu taklidi kırılmış ve teslimi
bozulmuş asırda, o derin ve yüksek yolu şu derece ihsan ettiğinden bin şükür
etmeliyiz.
sh: » (S: 98)
Çünki: İmanımızın kurtulmasına kâfi gelir.
Fehmettiğimiz miktarına memnun olup tekrar mütalâa ile izdiyâdına
çalışmalıyız.Haşre akıl ile gidilmemesinin bir sırrı şudur ki: Haşr-i Âzam,
İsm-i A'zamın tecellisiyle olduğundan, Cenâb-ı Hakk'ın İsm-i A'zamının ve her
ismin âzamî mertebesindeki tecellisiyle zâhir olan ef'âl-i âzîmeyi görmek ve
göstermekle, Haşr-i âzam bahar gibi kolay isbat ve kat'î İz'ân ve tahkikî îman
edilir. Şu Onuncu Söz'de feyz-i Kur'an ile öyle görülüyor ve gösteriliyor.
Yoksa akıl, dar ve küçük düsturlarıyla kendi başına kalsa âciz kalır, taklide
mecbur olur...
***
sh: » (S: 99)
ONUNCU SöZ'ÜN MÜHIM BIR
ZEYLI VE LÂHIKASININ BIRINCI PARÇASI
بِسْمِ
اللّهِ الرّحْمنِ
الرّحِيمِ
فَسُبْحَانَ
اللَّهِ حِينَ
تُمْسُونَ وَحِينَ
تُصْبِحُونَ وَلَهُ اْلحَمْدُ
فِى السَّموَاتِ
وَاْلاَرْضِ وَعَشِيًّا
وَحِينَ تُظْهِرُونَ يُخْرِجُ
اْلحَىَّ مِنَ
اْلمَيِّتِ وَيُخْرِجُ
اْلمَيِّتَ مِنَ
اْلحَىِّ وَيُحْيِى
اْلاَرْضَ بَعْدَ
مَوْتِهَا وَكَذلِكَ
تُخْرَجُونَ *
وَمِنْ اَيَاتِهِ
اَنْ خَلَقَكُمْ
مِنْ تُرَابٍ ثُمَّ
اِذَا اَنْتُمْ
بَشَرٌ تَنْتَشِرُونَ
وَ مِنْ اَيَاتِهِ
اَنْ خَلَقَ لَكُمْ
مِنْ اَنْفُسِكُمْ
اَزْوَاجًا لِتَسْكُنُوا
اِلَيْهَا وَ جَعَلَ
بَيْنَكُمْ مَوَدَّةً
وَ رَحْمَةً اِنَّ
فِى ذلِكَ َلآيَاتٍ
لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ
وَمِنْ اَيَاتِهِ
خَلْقُ السَّموَاتِ
وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ
اَلْسِنَتِكُمْ
وَ اَلْوَانِكُمْ
اِنَّ فِى ذَلِكَ
َلاَيَاتٍ لِلْعَالِمِينَ
وَ مِنْ اَيَاتِهِ
مَنَامُكُمْ بِالَّيْلِ
وَ النَّهَارِ
وَابْتِغَآؤُكُمْ
مِنْ فَضْلِهِ
اِنَّ فِى ذَلِكَ
َلاَيَاتٍ لِقَوْمٍ
يَسْمَعُونَ وَ مِنْ
اَيَاتِهِ يُرِيكُمُ
الْبَرْقَ خَوْفًا
وَ طَمَعًا وَ
يُنَزِّلُ مِنَ
السَّمَآءِ مَآءً
فَيُحْيِى بِهِ
اْلاَرْضَ بَعْدَ
مَوْتِهَا اِنَّ
فِى ذلِكَ َلاَيَاتٍ
لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ
وَمِنْ
اَيَاتِهِ اَنْ
تَقُومَ السَّمَآءُ
وَاْلاَرْضُ بِاَمْرِهِ
ثُمَّ اِذَا دَعَاكُمْ
دَعْوَةً مِنَ
اْلاَرْضِ اِذَا
اَنْتُمْ تَخْرُجُونَ
وَ
لَهُ مَنْ فِى
السَّموَاتِ وَ
اْلاَرْضِ كُلٌّ
لَهُ قَانِتُونَ
وَ
هُوَ الَّذِى يَبْدَؤُ
الْخَلْقَ ثُمَّ
يُعِيدُهُ وَ هُوَ
اَهْوَنُ عَلَيْهِ
وَلَهُ اْلمَثَلُ
اْلاَعْلَى فِى
السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ
وَهُوَ الْعَزِيزُ
الْحَكِيمُ
İmanın
bir kutbunu gösteren bu semâvî Âyât-ı Kübrânın ve
sh: » (S: 100)
Haşri isbat eden şu
kudsî berâhin-i uzmânın bir nükte-i ekberi ve bir hüccet-i a'zamı; bu
«Dokuzuncu Şua»da Beyân edilecek. Lâtif bir İnayet-i Rabbâniyyedir ki: Bundan
otuz sene evvel Eski Said, yazdığı tefsir mukaddemesi «Muhâkemât» nâmındaki
eserin âhirinde; "İkinci Maksad: Kur'anda haşre işaret eden iki âyet
tefsir ve Beyân edilecek. نَحُو بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ deyip durmuş. Daha yâzamamış. Hâlık-ı Rahîm'ime delâil ve emârât-ı
haşriyye adedince şükür ve hamd olsun ki: Otuz sene sonra tevfik ihsan eyledi. Evet bundan dokuz-on sene evvel o iki
âyetten birinci âyet olan
فَانْظُرْ
اِلَى اَثَارِ
رَحْمَةِ اللَّهِ
كَيْفَ يُحْيِى
اْلاَرْضَ بَعْدَ
مَوْتِهَا اِنَّ
ذَلِكَ َلمُحْيِى
اْلمَوْتَى وَهُوَ
عَلَى كُلِّ شَيْءٍ
قَدِيرٌ
ferman-ı İlahînin iki parlak ve çok kuvvetli hüccetleri ve tefsirleri bulunan
Onuncu Söz ile Yirmidokuzuncu Söz'ü in'âm etti, münkirleri susturdu. Hem,
îman-ı haşrînin hücum edilmez o iki metin kal'asından, dokuz ve on sene sonra
ikinci âyet olan başta mezkûr âyât-ı ekberin tefsirini bu risâle ile ikram
etti. İşte bu Dokuzuncu Şua; mezkûr âyâtıyla işaret edilen «Dokuz Âlî Makam» ve
bir ehemmiyetli «Mukaddime» den ibarettir.
* * *
sh: » (S: 101)
Mukaddime
[ Haşir akidesinin, pek çok ruhî faidelerinden ve hayatî
neticelerinden birtek netice-i câmiayı ihtisar ile Beyân ve hayat-ı insâniyyeye
husûsan hayat-ı içtimaiyyesine ne derece lüzumlu ve zarurî olduğunu izhar ve bu
îmân-ı haşrî akidesinin pek çok hüccetlerinden, bir tek hüccet-i külliyyeyi
icmâl ile göstermek ve o akide-i haşriyye ne derece bedihî ve şübhesiz
bulunduğunu ifade etmekten ibaret olarak «İki Nokta» dır.]
BİRİNCİ NOKTA: Âhiret akidesi; hayat-ı içtimaiyye ve
şahsiyye-i insâniyyenin üssül -esâsı ve saadetinin ve Kemâlâtının esâsatı
olduğuna, yüzer delillerinden bir mikyas olarak yalnız «Dört» tanesine işaret
edeceğiz.
Birincisi: Nev-i beşerin hemen yarısını teşkil eden
çocuklar, yalnız Cennet fikriyle, onlara dehşetli ve ağlatıcı görünen ölümlere
ve vefatlara karşı dayanabilirler ve gâyet zaîf ve nazik vücudlarında bir
kuvve-i mâneviyye bulabilirler ve her şeyden çabuk ağlayan gâyet mukavemetsiz
mizâc-ı ruhlarında, o Cennet ile bir ümid bulup mesrûrâne yaşayabilirler.
Meselâ Cennet fikriyle der: «Benim küçük kardeşim veya arkadaşım öldü, Cennetin
bir kuşu oldu. Cennette gezer, bizden daha güzel yaşar.» Yoksa, her vakit
etrafında kendi gibi çocukların ve büyüklerin ölümleri, o zaîf bîçarelerin
endişeli nazarlarına çarpması; mukavemetlerini ve kuvve-i mâneviyyelerini zîr ü
zeber ederek gözleriyle beraber ruh, kalb, akıl gibi bütün letâifini dahi öyle
ağlattıracak, ya mahvolup veya divâne bir bedbaht hayvan olacaktı...
İkinci delil: Nev-i insanın bir cihette nısfı olan
ihtiyarlar, yalnız hayat-ı uhreviyye ile yakınlarında bulunan kabre karşı
tahammül edebilirler. Ve çok alâkadar oldukları hayatlarının yakında sönmesine
ve güzel dünyalarının kapanmasına mukabil bir teselli bulabilirler ve çocuk
hükmüne geçen seriüt-teessür ruhlarında ve mizaçlarında, mevt ve zevalden çıkan
elîm ve dehşetli me'yusiyyete karşı, ancak hayat-ı bâkiye ümidiyle mukabele
edebilirler. Yoksa, o şefkate lâyık muhteremler ve sükûnete ve istirahat-ı
kalbiyyeye çok muhtaç o endişeli babalar ve analar, öyle bir vaveylâ-i ruhî ve
bir dağ-
sh: » (S: 102)
dağa-i kalbî
hissedeceklerdi ki: bu dünya onlara zulmetli bir zindan ve hayat dahi kasavetli
bir azab olurdu.
Üçüncü delil: İnsanların hayat-ı içtimaiyyesinin en
kuvvetli medârı olan gençler, delikanlılar, şiddet-i galeyanda olan hissiyatlarını
ve ifratkâr bulunan nefis ve hevalarını tecavüzattan ve zulümlerden ve
tahribattan durduran ve hayat-ı içtimaiyyenin hüsn-ü cereyanını te'min eden;
yalnız Cehennem fikridir. Yoksa, Cehennem endişesi olmazsa «El-hükmü lil-galib»
kaidesiyle o sarhoş delikanlılar, hevesâtları peşinde bîçâre zaîflere,
âcizlere, dünyayı Cehenneme çevireceklerdi ve yüksek insâniyeti gâyet süflî bir
hayvaniyyete döndüreceklerdi.
Dördüncü delil: Nev-i beşerin hayat-ı dünyeviyyesinde en
cem'iyyetli merkez ve en esâslı zenberek ve dünyevî saadet için bir Cennet, bir
melce, bir tahassüngâh ise; aile hayatıdır ve herkesin hânesi, küçük bir
dünyasıdır. Ve o hâne ve aile hayatının hayatı ve saadeti ise: samimî ve ciddî
ve vefâdârâne hürmet ve hakikî ve şefkatli ve fedâkârâne merhamet ile olabilir.
Ve bu hakikî hürmet ve samimî merhamet ise; ebedî bir arkadaşlık ve daimî bir
refakat ve sermedî bir beraberlik ve hadsiz bir zamanda ve hududsuz bir hayatta
birbiriyle pederâne, ferzendâne, kardeşâne, arkadaşâne münasebetlerin bulunmak
fikriyle, akidesiyle olabilir. Mesela, der: «Bu haremim, ebedî bir âlemde,
ebedî bir hayatta, daimî bir refika-i hayatımdır. Şimdilik ihtiyar ve çirkin
olmuş ise de zararı yok. Çünki: Ebedî bir güzelliği var, gelecek ve böyle daimî
arkadaşlığın hatırı için herbir fedâkârlığı ve merhameti yaparım.» diyerek o
ihtiyar karısına,güzelbir hûri gibi muhabbetle, şefkatle, merhametle mukabele
edebilir. Yoksa, kısacık bir-iki saat sûrî bir refakatten sonra ebedî bir firak
ve müfârakate uğrayan arkadaşlık; elbette gâyet sûrî ve muvakkat ve esâssız,
hayvan gibi bir rikkat-i cinsiyye mânâsında ve bir mecâzî merhamet ve sun'î bir
hürmet verebilir ve hayvânatta olduğu gibi; başka menfaatler ve sâir galib
hisler, o hürmet ve merhameti mağlub edip o dünya cennetini, cehenneme
çevirir...
İşte, îman-ı haşrînin yüzer neticesinden birisi; hayat-ı
içtimaiyye-i insâniyyeye taallûk eder. Ve bu tek neticenin de yüzer cihetinden
ve faydalarından mezkûr dört delile sâirleri kıyas edilse anlaşılır ki:
Hakikat-ı Haşriyyenin tahakkuku ve vukuu; insâniyyetin ulvî hakikatı ve küllî
haceti derecesinde kat'îdir. Belki, insanın mîdesindeki ihtiyacın vücudu;
taamların vücuduna delâlet ve şehade-
sh: » (S: 103)
tinden daha zâhirdir. Ve
daha ziyade tahakkukunu bildirir ve
eğer bu hakikat-ı haşriyyenin neticeleri insâniyetten çıksa; o çok ehemmiyetli
ve yüksek ve hayatdar olan insâniyyet mahiyeti; murdar ve mikrop yuvası bir
lâşe hükmüne sukut edeceğini isbat eder. Beşerin idare ve ahlâk ve içtimâiyatı
ile çok alâkadar olan içtimaiyyun ve siyasiyyun ve ahlâkiyyunun kulakları
çınlasın!
Gelsinler, bu boşluğu ne
ile doldurabilirler ve bu derin yaraları ne ile tedâvi edebilirler?
İKİNCİ NOKTA:Hakikat-ı
haşriyenin hadsiz bürhânlarından sâir erkân-ı îmâniyyeden gelen şehadetlerin
hülâsasından çıkan bir bürhânı, gâyet muhtasar bir Sûrette Beyân eder. Şöyle
ki:
Hazret-i Muhammed
Aleyhissalâtü Vesselâmın Risâletine delâlet eden bütün mu'cizeleri ve bütün
delâil-i Nübüvveti ve hakkaniyyetinin bütün bürhânları, birden hakikat-ı
haşriyyenin tahakkukuna şehadet ederek isbat ederler. Çünki: Bu zâtın bütün
hayatında bütün dâvaları, vahdâniyetten sonra haşirde temerküz ediyor. Hem umum
peygamberleri tasdik eden ve ettiren bütün mu'cizeleri ve hüccetleri, aynı
hakikate şehadet eder. Hem وَ بِرُسُلِهِ kelimesinden gelen şehadeti, bedâhet derecesine çıkaran وَ كُتُبِهِ şehadeti de aynı hakikate şehadet eder. Şöyle ki: Başta
Kur'an-ı Mu'cizil-Beyânın hakkaniyetini isbat eden bütün mu'cizeleri,
hüccetleri ve hakikatları, birden Hakikat-ı Haşriyyenin tahakkukuna ve vukuuna
şehadet edip isbat ederler. Çünki: Kur'anın hemen üçten birisi Haşirdir ve
ekser kısa Sûrelerinin başlarında gâyet kuvvetli âyât-ı haşriyyedir. Sarîhan ve
işareten binler âyâtıyla aynı hakikatı haber verir. isbat eder, gösterir.
Meselâ:
( اِذَا
الشَّمْسُ كُوِّرَتْ
) ( يَآ اَيُّهَا
النَّاسُ اتَّقُوا
رَبَّكُمْ اِنَّ
زَلْزَلَةَ السَّاعَةِ
شَيْءٌ عَظِيمٌ
)
( اِذَا
زُلْزِلَتِ اْلاَرْضُ
زِلْزَالَهَا
) ( اِذَا
السَّمَآءُ انْفَطَرَتْ
) ( اِذَا السَّمَآءُ
انْشَقَّتْ )
( عَمَّ
يَتَسَآءَ لُونَ
) ( هَلْ اَتَيكَ
حَدِيثُ الْغَاشِيَةِ
)
gibi, otuz-kırk
Sûrelerin başlarında bütün kat'iyyetle hakikat-ı haş-
sh: » (S: 104)
riyyeyi kâinatın en
ehemmiyetli ve vâcib bir hakikatı olduğunu göstermekle beraber, sâir âyetler
dahi o hakikatın çeşit çeşit delillerini Beyân edip ikna' eder. Acaba birtek
âyetin birtek işareti, gözümüz önünde ulûm-u İslâmiyede müteaddit ilmî, kevnî
hakikatları meyve veren bir kitabın binler böyle şehadetleri ve dâvaları ile,
Güneş gibi zuhur eden îmân-ı haşrî; hakikatsız olması Güneşin inkârı belki
kâinatın ademi gibi hiçbir cihet-i imkânı var mı ve yüz derece muhal ve bâtıl
olmaz mı? Acaba, bir Sultanın birtek işareti yalan olmamak için bâzan bir ordu
hareket edip çarpıştığı halde, o pek ciddî ve izzetli sultanın binler sözleri
ve va'dleri ve tehdidlerini yalan çıkarmak hiçbir cihette kabil midir ve
hakikatsız olmak mümkün müdür? Acaba onüç asırda fâsılasız olarak hadsiz
ruhlara, akıllara, kalblere, nefislere hak ve hakikat dairesinde hükmeden,
terbiye eden, idare eden bu mânevî Sultan-ı Zîşan'ın birtek işareti böyle bir
hakikatı isbat etmeye kâfi iken, binler tasrihat ile bu hakikat-ı haşriyeyi
gösterip isbat ettikten sonra, o hakikatı tanımayan bir echel ahmak için
Cehennem azabı lâzım gelmez mi ve ayn-ı adâlet olmaz mı? Hem, birer zamânâ ve
birer devre hükmeden bütün semâvî suhuflar ve mukaddes kitablar dahi, bütün
istikbale ve umum zamanlara hükümran olan Kur'anın tafsilâtla, izahatla tekrar
ile Beyân ve isbat ettiği hakikat-ı haşriyyeyi, asırlarına ve zamanlarına göre
o hakikatı kat'î kabûl ile beraber, tafsilâtsız ve perdeli ve muhtasar bir
Sûrette Beyân, fakat kuvvetli bir tarzda iddia ve isbatları; Kur'anın dâvasını
binler imza ile tasdik ederler.
Bu bahsin münasebetiyle
Risâle-i Münâcâtın âhirinde: ايِمَانٌ بِالْيَوْمِ الاَخِرِ rüknüne, sâir rükünlerin hususan «Rusül» ve
«kütüb»ün şehadetini, münâcât Sûretinde zikredilen pek kuvvetli ve hülâsalı ve
bütün evhamları izale eden bir hüccet-i haşriyye aynen buraya giriyor. Şöyle
ki: Münâcâtta demiş:
Ey Rabb-i Rahîmim! Resûl-i Ekreminin tâlimiyle ve Kur'an-ı
Hakîmin dersiyle anladım ki: Başta Kur'an ve Resul-i Ekremin olarak, bütün
mukaddes kitaplar ve peygamberler, bu dünyada ve her tarafta nümuneleri görülen
celâlli ve cemâlli isimlerinin tecellileri daha parlak bir Sûrette
ebedül-âbadda devam edeceğine ve bu fâni âlemde Rahîmâne cilveleri, nümuneleri
müşahede edilen ihsânatının daha şa'şaalı bir tarzda Dar-ı saadette istimrarına
ve bekasına ve
sh: » (S: 105)
bu kısa hayat-ı
dünyeviyyede onları zevk ile gören ve muhabbet ile refakat eden müştakların,
ebedde dahi refakatlarına ve beraber bulunmalarına icmâ ve ittifak ile şehadet
ve delâlet ve işaret ederler.
Hem, yüzer mu'cizât-ı bâhirelerine ve âyât-ı katıalarına
istinaden, başta Resul-i Ekrem ve Kur'an-ı Hakîmin olarak bütün nurânî ruhların
sahibleri olan peygamberler ve bütün münevver alblerin kutubları olan veliler
ve bütün keskin ve nurlu akılların madenleri olan sıddîkînler, bütün suhuf-u
semâviyyede ve kütüb-ü mukaddesede senin çok tekrar ile ettiğin binler
vaadlerine ve tehdidlerine istinaden, hem senin kudret ve rahmet ve inâyet ve
hikmet ve celâl ve cemâl gibi âhireti iktiza eden kudsî sıfatlarına,
şe'inlerine ve senin İzzet-i Celâline ve saltanat-ı Rububiyyetine itimâden, hem
âhiretin izlerini ve tereşşuhatını bildiren hadsiz keşfiyatlarına ve
müşahedelerine ve ilmel-yakîn ve aynel-yakîn derecesinde bulunan îtikadlarına
ve îmanlarına binaen saadet-i ebediyyeyi insanlara müjdeliyorlar. Ehl-i dalâlet
için Cehennem ve ehl-i hidâyet için Cennet bulunduğunu haber verip ilân
ediyorlar. Kuvvetli îman edip şehadet ediyorlar...
Ey Kadîr-i Hakîm! Ey Rahman-ı Rahîm! Ey Sâdıkul- Va'dil
Kerîm! Ey İzzet ve âzamet ve Celâl sahibi Kahhâr-ı Zülcelâl!.. Bu kadar sâdık
dostlarını, bu kadar vaadlerini ve bu kadar sıfât ve şuûnâtını yalancı
çıkarmak, tekzib etmek ve saltanat-ı rububiyyetinin kat'î mukteziyatını tekzib
edip yapmamak ve senin sevdiğin ve onlar dahi seni tasdik ve itaat etmekle
kendilerini sana sevdiren hadsiz makbûl ibâdının âhirete bakan hadsiz dualarını
ve dâvalarını reddetmek, dinlememek ve küfür ve isyan ile ve seni vâdinde
tekzib etmekle, senin azâmet-i kibriyâna dokunan ve İzzet-i Celâline dokunduran
ve Ulûhiyyetinin haysiyyetine ilişen ve şefkat-i Rububiyyetini müteessir eden
ehl-i dalâleti ve ehl-i küfrü haşrin inkârında, onları tasdik etmekten
yüzbinler derece mukaddessin ve hadsiz derece münezzeh ve âlisin. Böyle
nihayetsiz bir zulümden ve nihayetsiz bir çirkinlikten, senin o nihayetsiz
adâletini ve nihayetsiz Cemâlini ve hadsiz Rahmetini, hadsiz derece takdis
ediyoruz.Ve bütün kuvvetimizle îman ederiz ki: O yüzbinler sâdık elçilerin ve o
hadsiz doğru dellâl-ı Saltanatın olan Enbiya, Asfiya, Evliyalar, hakkal-yakîn,
aynel-yakîn, ilmel-yakîn Sûretinde senin uhrevî rahmet hazinelerine, âlem-i
bekadaki ihsanatının definelerine ve dar-ı saâdette tamamıyla zuhur eden güzel
isimlerinin hârika güzel
sh: » (S: 106)
cilvelerine şehadetleri
hak ve hakikattır. Ve işaretleri doğru ve mutabıktır.Ve beşaretleri sâdık ve
vâkidir. Ve onlar bütün hakikatların mercii ve güneşi ve hâmisi olan «HAK»
isminin en büyük bir şuaı; bu hakikat-ı ekber-i haşriyye olduğunu îman ederek,
senin emrin ile senin ibâdına hak dairesinde ders veriyorlar. Ve ayn-ı hakikat
olarak tâlim ediyorlar. Yâ Rab! Bunların ders ve tâlimlerinin hakkı ve hürmeti
için bize ve Risâle-i Nur talebelerine îman-ı ekmel ve hüsn-ü hâtime ver Ve
bizleri Onların şefaatlerine mazhar eyle, âmin...
Hem nasılki Kur'anın,
belki bütün Semâvî Kitapların hakkaniyyetini isbat eden umum deliller ve
hüccetler ve Habibullahın, belki bütün Enbiyanın nübüvvetlerini isbat eden umum
mu'cizeler ve bürhânlar, dolayısıyla en büyük müddeaları olan âhiretin
tahakkukuna delâlet ederler. Aynen öyle de, Vâcib-ül Vücudun vücuduna ve
vahdetine şehadet eden ekser deliller ve hüccetler, dolayısıyla Rububiyyetin ve
Ulûhiyyetin en büyük medârı ve mazharı olan dâr-ı saadetin ve âlem-i bekanın
vücuduna, açılmasına şehadet ederler. Çünki, gelecek makamatta Beyân ve isbat
edileceği gibi, Zât-ı Vâcib-ül Vücudun hem mevcûdiyyeti, hem umum sıfatları, hem
ekser isimleri, hem Rububiyyet, Ulûhiyyet, Rahmet, İnâyet, Hikmet, Adâlet gibi
vasıfları, şe'nleri lüzum derecesinde âhireti iktiza ve vücub derecesinde bâki
bir âlemi istilzam ve zaruret derecesinde mükâfat ve mücâzat için haşri ve
neşri isterler Evet, mâdem Ezelî, Ebedî bir Allah var; elbette Saltanat-ı
Ulûhiyyetinin sermedî bir medârı olan âhiret vardır. Ve madem, bu kâinatta ve
zîhayatta gâyet haşmetli ve hikmetli ve şefkatli bir Rubûbiyet-i Mutlaka var.
Ve görünüyor. Elbette o Rubûbiyetin haşmetini sukuttan ve hikmetini
abesiyyetten ve şefkatini gadirden kurtaran, ebedî bir dâr-ı saadet bulunacak
ve girilecek.
Hem madem, göz ile görünen bu hadsiz in'amlar, ihsanlar,
lütuflar, keremler, inâyetler, rahmetler; perde-i gayb arkasında bir Zât-ı
Rahman-ı Rahîmin bulunduğunu sönmemiş akıllara, ölmemiş kalblere gösterir.
Elbette in'âmı istihzadan, ve ihsanı aldatmaktan ve inâyeti adâvetten ve
rahmeti azabdan ve lütuf ve keremi ihânetten halâs eden ve ihsanı ihsan eden ve
ni'meti ni'met eden, bir âlem-i bâkîde bir hayat-ı bâkiye var. Ve olacaktır.
Hem madem, bahar faslında zeminin dar sahifesinde hatâsız
yüzbin kitabı birbiri içinde yazan bir Kalem-i Kudret gözümüz önün
sh: » (S: 107)
de yorulmadan işliyor.
Ve o kalem sahibi yüzbin defa, ahd ü va'detmiş ki: «Bu dar yerde ve karışık ve
birbiri içinde yazılan bahar kitabından daha kolay olarak geniş bir yerde güzel
ve lâyemut bir kitabı yazacağım ve size okutturacağım» diye, bütün fermanlarda
o kitapdan bahsediyor. Elbette ve herhalde o kitabın aslı yazılmış ve haşir ve
neşir ile hâşiyeleri de yazılacak. Ve umumun defter-i a'malleri onda
kaydedilecek.
Hem madem, bu Arz, kesret-i mahlûkat cihetiyle ve
mütemadiyen değişen yüzbinler çeşit çeşit enva-ı zevil-hayat ve zevil-ervahın
meskeni, menşei, fabrikası, meşheri, mahşeri olması haysiyetiyle bu kâinatın
kalbi, merkezi, hülâsası, neticesi, sebeb-i hilkatı olarak gâyet büyük öyle
bir ehemmiyeti var ki:
Küçüklüğüyle beraber koca Semâvata karşı denk tutulmuş. Semâvî fermanlarda
dâima: رَبُّ السَّموَاتِ
وَ اْلاَرْضِ deniliyor. Ve madem, bu mahiyetteki Arzın her tarafına hükmeden
ve ekser mahlûkatına tasarruf eden ve ekser zîhayat mevcûdâtını teshir edip
kendi etrafına toplattıran ve ekser masnûâtını kendi hevesâtının hendesesiyle
ve ihtiyacatının düsturlarıyla öyle güzelce tanzim ve teşhir ve tezyin ve çok
antika nevilerini liste gibi birer yerlerde öyle toplayıp süslettirir ki, değil
yalnız ins ve cinn nazarlarını, belki Semâvat ehlinin ve kâinatın nazar-ı
dikkatlerini ve takdirlerini ve kâinatın sahibinin nazar-ı istihsanını
celbetmekle gâyet büyük bir ehemmiyet ve kıymet alan ve bu haysiyetle bu
kâinatın hikmet-i hilkatı ve büyük neticesi ve kıymetli meyvesi ve Arz'ın
halifesi olduğunu; fenleriyle, san'atlarıyla gösteren.. ve Dünya cihetinde
Sâni-i âlem'in mu'cizeli san'atlarını gâyet güzelce teşhir ve tanzim ettiği
için, isyan ve küfrüyle beraber dünyada bırakılan ve azâbı te'hir edilen.. ve
bu hizmeti için imhal edilip muvaffakıyet gören nev-i benî-âdem var.
Ve madem, bu mahiyetteki nev-i benî-âdem, mizaç ve hilkat
itibariyle gâyet zaif ve âciz ve gâyet acz ve fakrıyla beraber hadsiz
ihtiyacatı ve teellümâtı olduğu halde, bütün bütün kuvvetinin ve ihtiyarının
fevkinde olarak koca Küre-i Arz'ı, o nev-i insana lüzumu bulunan her nevi
madenlere mahzen ve her nevi taamlara anbar ve nev-i insanın hoşuna gidecek her
çeşit mallara bir dükkân Sûretine getiren, gâyet kuvvetli ve hikmetli ve
şefkatli bir Mutasarrıf var ki, böyle nev-i insana bakıyor, besliyor,
istediğini veriyor.
sh: » (S: 108)
Ve madem, bu hakikatteki bir Rab; hem, insanı sever; hem,
kendini insana sevdirir; hem bâkidir; hem, bâki âlemleri var; hem, adâletle her
işi görür ve hikmetle herşey'i yapıyor. Hem bu kısa hayat-ı dünyeviyyede ve bu
kısacık ömr-ü beşerde ve bu muvakkat ve fâni zeminde o Hâkim-i Ezelînin
haşmet-i saltanatı ve sermediyet-i hâkimiyyeti yerleşemiyor. Ve nev-i insanda
vuku bulan ve kâinatın intizâmına ve adâlet ve müvazenelerine ve hüsn-ü
cemâline münâfî ve muhâlif çok büyük zulümleri ve isyanları ve veli-ni'metine
ve onu şefkatle besleyene karşı ihânetleri, inkârları, küfürleri bu dünyada
cezasız kalıp, gaddar zâlim, rahat ile hayatını ve bîçâre mazlum meşakkatler
içinde ömürlerini geçirirler. Ve umum kâinatta eserleri görünen şu Adâlet-i
Mutlakanın mahiyeti ise; dirilmemek Sûretiyle o gaddar zâlimlerin ve me'yus
mazlumların vefat içindeki müsavatlarına bütün bütün zıttır, kaldırmaz, müsaade
etmez!
Ve madem, nasılki kâinatın sahibi, kâinattan zemini ve
zeminden nev-i insanı intihab edip gâyet büyük bir makam, bir ehemmiyet vermiş.
Öyle de, nev-i insandan dahi makasıd-ı Rububiyyetine tevafuk eden ve
kendilerini îman ve teslim ile Ona sevdiren hakikî insanlar olan Enbiya ve
Evliya ve Asfiyayı intihab edip kendine dost ve muhatâb ederek, onları
mu'cizeler ve tevfikler ile ikram ve düşmanlarını Semâvî tokatlar ile tâzib
ediyor. Ve bu kıymetli, sevimli dostlarından dahi, onların imamı ve mefhari
olan, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmı intihab ederek, ehemmiyetli Küre-i Arzın
yarısını ve ehemmiyetli nev-i insanın beşden birisini uzun asırlarda Onun
nuruyla tenvir ediyor.. âdeta bu kâinat Onun için yaratılmış gibi; bütün
gayeleri Onun ile ve Onun dini ile ve Kur'anı ile tezahür ediyor. Ve o pek çok
kıymetdar ve milyonlar sene yaşayacak kadar hadsiz hizmetlerinin ücretlerini
hadsiz bir zamanda almaya müstahak ve lâyık iken, gâyet meşakkatler ve
mücahedeler içinde altmışüç sene gibi kısacık bir ömür verilmiş. Acaba hiçbir
cihetle hiçbir imkânı, hiçbir ihtimali, hiçbir kabiliyyeti var mı ki: O Zat,
bütün emsâli ve dostlarıyle beraber dirilmesin? Ve şimdi de ruhen diri ve hayy
olmasın? İdam-ı ebedî ile mahvolsunlar? Hâşâ, yüzbin def'a hâşâ ve kellâ!..
Evet bütün kâinat ve hakikat-ı âlem, dirilmesini dâva eder
ve hayatını Sahib-i Kâinattan taleb ediyor ve mâdem Yedinci Şua olan
sh: » (S: 109)
«Âyet-ül Kübrâ» da herbiri bir dağ kuvvetinde otuzüç aded
icmâ-ı azîm isbat etmişler ki: Bu kâinat bir elden çıkmış. Ve birtek Zâtın
mülküdür ve kemâlât-ı İlâhiyyenin medârı olan Vahdetini ve Ehadiyyetini
bedâhetle göstermişler ve Vahdet ve Ehadiyyet ile bütün kâinat, O Zât-ı Vâhidin
emirber neferleri ve müsahhar memurları hükmüne geçiyor ve âhiretin gelmesiyle,
kemâlâtı sukuttan; ve Adâlet-i mutlakası, müstehziyâne gadr-ı mutlaktan; ve
hikmet-i âmmesi; sefahetkârane abesiyyetten; ve Rahmet-i Vâsiası, lâhiyane
tâzibden; ve İzzet-i Kudreti, zelilâne acizden kurtulurlar, takaddüs ederler.
Elbette ve elbette ve herhalde îman-ı Billahın yüzer nüktesinden bu sekiz
mâdemlerdeki hakikatların muktezasıyla; kıyamet kopacak. Haşir ve neşir olacak.
Dâr-ı Mücâzat ve Mükâfat açılacak... Tâ ki arz'ın mezkûr ehemmiyeti ve
merkeziyyeti ve insanın ehemmiyeti ve kıymeti tahakkuk edebilsin ve Arz ve
insanın Hâlıkı ve Rabbi olan Mutasarrıf-ı Hakîm'in mezkûr adâleti, hikmeti,
rahmeti, saltanatı takarrur edebilsin ve o Bâkî Rabb'in mezkûr hakikî dostları
ve müştakları îdam-ı ebedîden kurtulsun ve o dostların en büyüğü ve en
kıymettarı, bütün kâinatı memnun ve minnettar eden kudsî hizmetlerinin
mükâfatını görsün ve Sultan-ı Sermedînin Kemâlâtı naks ve kusurdan ve kudreti
acizden ve hikmeti sefahetten ve adâleti zulümden tenezzüh ve takaddüs ve
teberri etsin.
Elhâsıl: Mâdem Allah var. Elbette âhiret vardır...
Hem nasılki: Mezkûr üç
erkân-ı îmâniyye onları isbat eden bütün delilleriyle haşre şehadet ve delâlet
ederler. Öyle de وَ بِمَلئِكَتِهِ
وَ بِالْقَدَرِ
خَيْرِهِ وَ شَرِّهِ
مِنَ اللَّهِ تَعَالَى olan iki rükn-ü imânî dahi, haşri istilzam edip kuvvetli bir
Sûrette âlem-i bekaya şehadet ve delâlet ederler. Şöyle ki:
Melâikenin vücudunu ve vazife-i ubûdiyyetlerini isbat eden
bütün deliller ve hadsiz müşahedeler, mükâlemeler, dolayısıyla âlem-i ervâhın
ve âlem-i gaybın ve âlem-i bekanın ve âlem-i âhiretin ve ileride cin ve ins ile
şenlendirilecek olan dâr-ı saâdetin,
cennet ve cehennemin vücudlarına delâlet ederler. Çünki: Melekler bu âlemleri
izn-i ilâhî ile görebilirler; ve girerler ve Hazret-i Cebrâil gibi, insanlar
ile görüşen umum Melâike-i Mukarrebîn mezkûr âlemlerin vücudlarını ve onlar,
onlarda gezdiklerini müttefikan haber veriyor-
sh: » (S: 110)
lar. Görmediğimiz
Amerika kıt'asının vücudunu, ondan gelenlerin ihbarıyla bedihî bildiğimiz gibi;
yüz tevatür kuvvetinde bulunan melâike ihbaratıyla âlem-i bekanın ve dâr-ı
âhiretin ve Cennet ve Cehennemin vücudlarına o kat'iyette îmân etmek gerektir
ve öyle de îman ederiz.
Hem, Yirmialtıncı Söz olan «Risale-i Kader» de «İman-ı Bilkader» rüknünü isbat eden bütün deliller; dolayısıyla haşre ve neşr-i
suhufa ve mizân-ı ekberdeki müvazene-i a'mâle delâlet ederler. Çünki: Herşey'in
mukadderatını gözümüz önünde nizâm ve mîzan levhalarında kaydetmek ve her
zîhayatın sergüzeşt-i hayatiyyelerini kuvve-i hâfızalarında ve çekirdeklerinde
ve sâir elvah-ı misâliyyede yazmak ve her zîruhun, hususan insanların defter-i
a'mallerini elvah-ı mahfûzada tesbit etmek, ve geçirmek; elbette öyle muhit bir
kader ve hakîmâne bir takdir ve müdakkikane bir kayıd ve hafîzane bir kitabet;
ancak Mahkeme-i Kübrâda umumî bir muhakeme neticesinde daimî bir mükâfat ve
mücâzat için olabilir. Yoksa o ihâtalı ve inceden ince olan kayıd ve muhâfaza;
bütün bütün mânâsız, faidesiz kalır. Hikmete ve hakikate münâfî olur. Hem haşir
gelmezse; kader kalemiyle yazılan bu kitab-ı kâinatın bütün muhakkak mânâları
bozulur ki, hiçbir cihet-i imkânı olamaz ve o ihtimal, bu kâinatın vücudunu
inkâr gibi bir muhal, belki bir hezeyan olur...
ELHASIL: İmânın beş rüknü bütün delilleriyle «Haşr ve
Neşrin vukuuna ve vücuduna ve dâr-ı âhiretin vücuduna ve açılmasına delâlet
edip isterler ve şehadet edip taleb ederler. İşte hakikat-ı haşriyenin
âzametine tam muvafık böyle âzametli ve sarsılmaz direkleri ve bürhânları
bulunduğu içindir ki: Kur'an-ı Mu'cizül Beyânın hemen hemen üçten birisi Haşir
ve Âhireti teşkil ediyor ve Onu bütün hakaikine temel taşı ve üssül-esâs
yapıyor ve herşey'i Onun üstüne bina ediyor...
(Mukaddeme nihayet
buldu.)
* * *
sh: » (S: 111)
Zeylin İkinci Parçası
[Baştaki Âyetin
mu'cizâne işaret ettikleri dokuz tabaka berahin-i Haşriyeye dair «'Dokuz Makam»
dan «Birinci Makam»:]
فَسُبْحَانَ
اللَّهِ حِينَ
تُمْسُونَ وَحِينَ
تُصْبِحُونَ وَلَهُ اْلحَمْدُ
فِى السَّموَاتِ
وَاْلاَرْضِ وَعَشِيًّا
وَحِينَ
تُظْهِرُون
َُخْرِجُ اْلحَىَّ
مِنَ اْلمَيِّتِ
وَيُخْرِجُ اْلمَيِّتَ
مِنَ اْلحَىِّ
وَيُحْيِى اْلاَرْضَ
بَعْدَ مَوْتِهَا
وَكَذلِكَ تُخْرَجُونَ
olan fıkradaki ferman-ı
haşre dair buradaki gösterdiği bürhân-ı bâhirî ve hüccet-i katıası Beyân ve
izah edilecek inşâallah. (Hâşiye)
Hayatın, Yirmisekizinci hassasında Beyân edilmiştir ki:
Hayat, îmanın altı erkânına bakıp isbat ediyor. Onların tahakkukuna işaretler
ediyor. Evet, mâdem bu kâinatın en mühim neticesi ve mâyesi ve hikmet-i hilkatı
hayattır. Elbette o hakikat-ı âliye; bu fâni, kısacık, noksan, elemli hayat-ı
dünyeviyyeye münhasır değildir. Belki, hayatın, yirmidokuz hassasiyle
mahiyetinin âzameti anlaşılan şecere-i hayatın gayesi, neticesi ve o şecerenin
âzametine lâyık meyvesi; hayat-ı ebediyyedir ve hayat-ı uhreviyyedir ve taşiyle
ve ağaciyle, toprağiyle hayatdar olan dâr-ı saâdetteki hayattır. Yoksa, bu
hadsiz cihâzat-ı mühimme ile techiz edilen hayat şeceresi, zîşuur hakkında,
hususan insan hakkında meyvesiz, faidesiz, hakikatsız olmak lâzım gelecek ve
sermâyece ve cihâzatça serçe kuşundan, meselâ, yirmi derece ziyade ve bu
kâinatın ve zîhayatın en mühim, yüksek ve ehemmiyetli mahlûku olan insan; serçe
kuşundan saâ-
______________________________
(Hâşiye): O makam daha yazılmamış ve hayat mes'elesi haşre
münasebeti için buraya girmiş. Fakat hayatın âhirinde kader rüknüne işareti pek
ince ve derindir.
sh:» (S: 112)
det-i hayat cihetinde,
yirmi derece aşağı düşüp, en bedbaht, en zelil bir bîçâre olacak...
Hem, en kıymettar bir ni'met olan akıl dahi, geçmiş zamanın
hüzünlerini ve gelecek zamanın korkularını düşünmek ile kalb-i insanı
mütemadiyen incitip, bir lezzete dokuz elemleri karıştırdığından en musibetli
bir belâ olur. Bu ise yüz derece bâtıldır. Demek bu hayat-ı dünyeviyye, âhirete
îman rüknünü kat'î isbat ediyor ve her baharda haşrin üçyüzbinden ziyade
nümûnelerini gözümüze gösteriyor. Acaba, senin cisminde ve senin bahçende ve
senin vatanında, senin hayatına lâzım ve münasip bütün levâzımatı ve cihâzâtı,
hikmet ve inâyet ve rahmetle ihzâr eden ve vaktinde yetiştiren, hattâ senin
midenin beka ve yaşamak arzusuyla ettiği hususî ve cüz'î olan rızk duâsını
bilen ve işiten ve hadsiz leziz taamlarla o duânın kabûlünü gösteren ve mideyi
memnun eden bir Mutasarrıf-ı Kadîr, hiç mümkün müdür ki seni bilmesin ve
görmesin ve nev-i insanın en büyük gayesi olan hayat-ı ebediyyeye lâzım esbabı
izhar etmesin? Ve nev-i insanın en büyük ve en ehemmiyetli, en lâyık ve umumî
olan beka duâsını; hayat-ı uhreviyyenin inşasiyle ve cennetin îcadiyle kabûl
etmesin! Ve kâinatın en mühim mahlûku, belki zeminin sultanı ve neticesi olan
nev-i insanın arş ve ferşi çınlatan umumî ve gâyet kuvvetli duâsını işitmeyip
küçük bir mide kadar ehemmiyet vermesin, memnun etmesin! Kemâl-i hikmetini ve
nihayet rahmetini inkâr ettirsin! Hâşâ, yüzbin defa hâşâ!..
Hem, hiç kabil midir ki: Hayatın en cüz'îsinin pek gizli
sesini işitsin, derdini dinlesin, derman versin ve nazını çeksin ve kemâl-i
îtina ve ihtimam ile beslesin ve ona dikkatle hizmet ettirsin ve büyük
mahlûkatını ona hizmetkâr yapsın ve sonra, en büyük ve kıymetdar ve bâkî ve
nâzdar bir hayatın gök sadası gibi yüksek sesini işitmesin! Ve onun çok
ehemmiyetli beka duâsını ve nâzını ve niyâzını nazara almasın! Âdeta bir
neferin kemâl-i îtina ile techiz ve idaresini yapsın ve mutî ve muhteşem orduya
hiç bakmasın! Ve zerreyi görsün, güneşi görmesin! Sivrisineğin sesini işitsin,
gök gürültüsünü işitmesin! Hâşâ, yüzbin defa hâşâ!.
Hem, hiçbir cihetle akıl kabûl eder mi ki: Hadsiz rahmetli,
muhabbetli ve nihayet derecede şefkatli ve kendi san'atını çok sever ve kendini
sevdirip ve kendini sevenleri ziyade sever bir Zât-ı Kadîr-i Hakîm, en ziyade
kendini seven ve sevimli ve sevilen ve Sâniini fıtratan perestiş eden, hayatı
ve hayatın zâtı ve cevheri olan
sh:» (S: 113)
ruhu; mevt-i ebedî ile
îdam edip kendinden o sevgili muhibbini ve habbini ebedî bir sûrette küstürsün,
darıltsın, dehşetli rencîde ederek, sırr-ı rahmetini ve nur-u muhabbetini inkâr
etsin ve ettirsin! Hâşâ, yüzbin defa hâşâ ve kellâ!.. Bu kâinatı cilvesiyle
süslendiren bir Cemâl-i Mutlak ve umum mahlûkatı sevindiren bir Rahmet-i Mutlaka, böyle hadsiz bir
çirkinlikten ve kubh-u mutlaktan ve böyle bir zulm-ü mutlaktan, bir
merhametsizlikten, elbette nihayetsiz derece münezzehtir ve mukaddestir.
Netice: Mâdem dünyada hayat var; elbette insanlardan
hayatın sırrını anlayanlar ve hayatını su-i istimal etmeyenler dâr-ı bekada ve
Cennet-i Bâkiyede hayat-ı bâkiyeye mazhar olacaklardır. Âmenna.. ve hem
nasılki: Yeryüzünde bulunan parlak şeylerin, Güneşin akisleriyle parlamaları ve
denizlerin yüzlerinde kabarcıklar, ziyanın lem'alariyle parlayıp sönmeleri,
arkalarından gelen kabarcıklar, gidenler gibi yine hayâlî Güneşciklere âyinelik
etmeleri; bilbedâhe gösteriyor ki: O lem'alar, yüksek birtek Güneşin cilve-i
in'ikâsıdırlar ve Güneşin vücûdunu muhtelif diller ile yâdediyorlar ve ışık
parmaklariyle ona işâret ediyorlar. Aynen öyle de; Zât-ı Hayy-u Kayyûmun Muhyî
isminin cilve-i âzamı ile berrin yüzünde ve bahrın içindeki zîhayatların
Kudret-i İlâhiyye ile parlayıp, arkalarından gelenlere yer vermek için «Yâ Hay»
deyip perde-i gaybda gizlenmeleri; bir hayat-ı sermediyye sahibi olan Zât-ı
Hayy-u Kayyûmun hayatına ve vücûb-u vücûduna şehadetler, işaretler ettikleri
gibi, umum mevcûdâtın tanziminde eseri görünen İlm-i İlâhîye şehadet eden bütün
deliller ve kâinata tasarruf eden kudreti isbat eden bütün burhanlar ve tanzim
ve idare-i kâinatta hükümferma olan, irade ve meşîeti isbat eden bütün
hüccetler ve Kelâm-ı Rabbânî ve Vahy-i İlâhînin medârı olan Risâletleri isbat
eden bütün alâmetler, mu'cizeler ve hâkezâ... Yedi sıfât-ı İlâhiyyeye şehadet
eden bütün delâil, bil'ittifak Zât-ı Hayy-u Kayyûmun hayatına delâlet, şehadet,
işaret ediyorlar. Çünki: Nasıl bir şeyde görmek varsa, hayatı da vardır.
İşitmek varsa, hayatın alâmetidir. Söylemek varsa, hayatın vücûduna işaret
eder. İhtiyar, irade varsa, hayatı gösterir. Aynen öyle de; bu kâinatta
âsâriyle vücutları muhakkak ve bedihî olan Kudret-i Mutlaka ve İrâde-i Şâmile
ve İlm-i Muhît gibi sıfatlar, bütün delâilleri ile Zât-ı Hayy-u Kayyûmun
hayatına ve Vücûb-ü Vücûduna şehadet ederler ve bütün kâinatı bir gölgesiyle
ışıklandıran ve bir cilvesiyle bütün Dâr-ı Âhireti zerratiyle beraber hayatlandıran
hayat-ı sermediyyesine şehadet ederler.
sh:» (S: 114)
Hem hayat, Melâikeye îman rüknüne dahi bakar. Remzen isbat
eder. Çünki: Mâdem kâinatta en mühim netice hayattır ve en ziyade intişar eden
ve kıymetdarlığı için nüshaları teksir edilen ve zemin misafirhânesini, gelip
geçen kafilelerle şenlendiren zîhayatlardır ve mâdem Küre-i Arz, bu kadar
zîhayatın envaiyle dolmuş ve mütemadiyen zîhayat envâlarını tecdid ve teksir
etmek hikmetiyle her vakit dolar boşanır ve en hasis ve çürümüş maddelerinde dahi
kesretle zîhayatlar halkedilerek bir mahşer-i huveynat oluyor ve mâdem hayatın
süzülmüş en sâfi hulâsası olan, şuur ve akıl; ve lâtif ve sâbit cevheri olan
ruh; Küre-i Arzda gâyet kesretli bir sûrette halkolunuyorlar. Âdeta Küre-i Arz,
hayat ve akıl ve şuur ve ervah ile ihyâ olup öyle şenlendirilmiş. Elbette
Küre-i Arzdan daha lâtif, daha nuranî, daha büyük, daha ehemmiyetli olan
Ecrâm-ı Semâviyye; ölü, câmid, hayatsız, şuursuz kalması imkân haricindedir.
Demek, gökleri, güneşleri, yıldızları şenlendirecek ve hayatdar vaziyetine
verecek ve netice-i hilkat-ı semâvâtı gösterecek ve hitâbat-ı Sübhâniyyeye
mazhar olacak olan zîşuur, zîhayat ve semâvata münasip sekeneler, herhalde
sırr-ı hayatla bulunuyorlar ki, onlar da Melâikelerdir...
Hem, hayatın sırr-ı mahiyeti, Peygamberlere îman rüknüne
bakıp remzen isbat eder. Evet, mâdem kâinat, hayat için yaratılmış ve hayat
dahi Hayy-u Kayyum-u Ezelînin bir cilve-i âzamıdır. Bir nakş-ı ekmelidir. Bir
san'at-ı ecmelidir. Mâdem hayat-ı sermediyye, Resullerin gönderilmesiyle ve
kitapların indirilmesiyle kendini gösterir. Evet, eğer kitaplar ve pegamberler
olmaz ise, o hayat-ı ezeliyye bilinmez. Nasılki: Bir adamın söylemesiyle diri
ve hayatdar olduğu anlaşılır. Öyle de, bu kâinatın perdesi altında olan Âlem-i
Gaybın arkasında söyleyen, konuşan, emir ve nehyedip hitap eden bir Zâtın
kelimâtı, hitâbâtını gösterecek peygamberler ve nâzil olan Kitaplardır. Elbette
kâinattaki hayat, kat'î bir Sûrette Hayy-ı Ezelînin vücûb-u vücûduna kat'î
şehadet ettiği gibi, o hayat-ı ezeliyyenin şuââtı, celevâtı, münesebâtı olan
«İrsâl-i Rüsul ve İnzâl-i Kütüb» rükünlerine bakar remzen isbat eder ve
bilhassa Risâlet-i Muhammediyye ve Vahy-i Kur'anî, hayatın ruhu ve aklı
hükmünde olduğundan, bu hayatın vücudu gibi hakkaniyetleri kat'îdir denilebilir.
Evet, nasılki hayat; bu kâinattan süzülmüş bir hulâsadır
veşuur ve his dahi, hayattan süzülmüş, hayatın bir hulâsasıdır ve akıl
sh:» (S: 115)
dahi, şuurdan ve hisden
süzülmüş, şuurun bir hulâsasıdır ve ruh dahi, hayatın hâlis ve sâfi bir cevheri
ve sâbit ve müstakil zâtıdır. Öyle de, maddî ve mânevî, Hayat-ı Muhammediyye
(A.S.M.) dahi; hayattan ve ruh-u kâinattan süzülmüş hulâsat-ül-hulâsadır ve
Risâlet-i Muhammediyye (A.S.M.) dahi; kâinatın his ve şuur ve aklından süzülmüş
en sâfi hulâsasıdır. Belki maddî ve mânevî hayat-ı Muhammediyye (A.S.M.), - âsârının şehadetiyle- hayat-ı kâinatın
hayatıdır ve Risâlet-i Muhammediyye (A.S.M.) şuur-u kâinatın şuurudur ve
nûrudur ve Vahy-i Kur'an dahi, -hayatdar hakaikının şehadetiyle- hayat-ı kâinatın
ruhudur ve şuur-u kâinatın aklıdır. Evet, evet, evet!..
Eğer, kâinattan Risâlet-i Muhammediyyenin (A.S.M.) nûru
çıksa, gitse, kâinat vefat edecek. Eğer Kur'an gitse, kâinat divâne olacak ve
Küre-i Arz, kafasını, aklını kaybedecek. Belki, şuursuz kalmış olan başını, bir
seyyâreye çarpacak, bir Kıyâmeti koparacak...
Hem hayat, «îman-ı Bilkader» rüknüne bakıyor. Remzen isbat
eder. Çünki, mâdem hayat, âlem-i şehadetin ziyâsıdır; ve istilâ ediyor ve
vücudun neticesi ve gayesidir ve Hâlik-ı kâinatın en câmi âyinesidir ve
Faaliyet-i Rabbâniyyenini en mükemmel enmûzeci ve fihristesidir. (Temsilde hatâ
olmasın) bin nevi programı hükmündedir. Elbette âlem-i gayb, yâni mâzi,
müstakbel, yâni geçmiş ve gelecek mahlûkatın hayat-ı mâneviyyeleri hükmünde
olan intizâm ve nizâm ve mâlûmiyyet ve meşhûdiyyet ve taayyün ve evâmir-i
tekvîniyyeyi imtisâle müheyya bir vaziyette bulunmalarını, sırr-ı hayat iktiza
ediyor. Nasılki, bir ağacın çekirdek-i aslîsi ve kökü ve müntehasında ve
meyvelerindeki çeikrdekleri dahi; aynen ağaç gibi bir nevi hayata mazhardırlar.
Belki, ağacın kavânin-i hayatiyyesinden daha ince kavânin-i hayatı taşıyorlar.
Hem nasılki, bu hâzır bahardan evvel geçmiş güzün bıraktığı tohumlar ve kökler;
bu bahar gittikten sonra gelecek baharlarda bırakacağı çekirdekler, kökler; bu
bahar gibi, cilve-i hayatı taşıyorlar ve kavânin-i hayatiyyeye tâbidirler.
Aynen öyle de: Şecere-i kâinatın bütün dal ve budaklariyle herbirinin bir
mâzisi ve müstakbeli var. Geçmiş ve gelecek tavırlardan ve vaziyetlerden
müteşekkil bir silsilesi bulunur. Her nevi ve her cüz'ünün ilm-i ilâhiyyede
muhtelif tavırlar ile müteaddit vücutları, bir silsile-i vücûd-u ilmî teşkil
eder ve vücûd-u hâricî gibi, vücûd-u ilmî dahi, hayat-ı umumiyyenin, mânevî bir
cilvesine maz-
sh:» (S: 116)
hardır ki; Mukadderat-ı
hayatiyye o mânidar ve canlı Elvâh-ı Kaderiyyeden alınır.
Evet, âlem-i gaybın bir nev'i olan âlem-i ervah; ayn-ı
hayat ve madde-i hayat ve hayatın cevherleri ve zatları olan ervah ile dolu
olması, elbette mâzi ve müstakbel denilen âlem-i gaybın bir diğer nev'i de ve
ikinci kısmı dahi cilve-i hayata mazhariyyeti ister ve istilzam eder. Hem, bir
şey'in vücûd-u ilmîsindeki intizâm-ı ekmel ve mânidar vaziyetleri ve canlı
meyveleri, tavırları, bir nevi hayat-ı mâneviyyeye mazhariyyetini gösterir.
Evet, hayat-ı ezeliyye güneşinin ziyâsı olan, bu gibi cilve-i hayat, elbette
yalnız bu âlem-i şehadete ve bu zaman-ı hâzıra ve bu vücûd-u hâricîye münhasır
olamaz. Belki, herbir âlem, kabiliyetine göre o ziyanın cilvesine mazhardır ve
kâinat, bütün âlemleriyle o cilve ile hayatdar ve ziyâdardır. Yoksa, nazar-ı
dalâletin gördüğü gibi, muvakkat ve zahirî bir hayat altında herbir âlem büyük
ve müthiş birer cenâze ve karanlıklı birer virâne âlem olacaktı.
İşte, Kadere ve Kazâya îman rüknünün dahi geniş bir vechi
de sırr-ı hayatla anlaşılıyor; ve sâbit oluyor. Yâni, nasılki âlem-i şehadet ve
mevcut hâzır eşya, intizâmlariyle ve
neticeleriyle hayatdarlıkları görünüyor. Öyle de, âlem-i gaybdan sayılan geçmiş
ve gelecek mahlûkatın dahi, mânen hayatdar bir vücûd-u mânevîleri ve ruhlu
birer sübût-u ilmîleri vardır ki: Levh-i Kaza ve Kader vasıtasiyle o mânevî
hayatın eseri, mukadderat namiyle görünür, tezâhür eder...
* * *
sh:» (S: 117)
Zeylin Üçüncü parçası
Haşir münasebetiyle bir sual: Kur'anda mükerreren:
اِنْ كَانَتْ
اِلاَّ صَيْحَةً
وَاحِدَةً hem وَمَآ
اَمْرُ السَّاعَةِ
اِلاَّ كَلَمْحِ
الْبَصَرِ fermanları gösteriyor ki: Haşr-i Â'zam bir
anda, zamansız vücuda geliyor. Dar akıl ise, bu hadsiz derece hârika ve
emsalsiz olan mes'eleyi iz'ân ile kabûl etmesine medâr olacak meşhud bir misâl
ister.
ELCEVAP: Haşirde, ruhların cesedlere gelmesi var. Hem
cesedlerin ihyası var. Hem cesedlerin inşası var.«Üç mes'ele» dir.
BİRİNCİ MES'ELE: Ruhların cesedlerine gelmesine misâl ise:
Gâyet muntâzam bir ordunun efradı, istirahat için her tarafa dağılmış iken,
yüksek sadâlı bir boru sesiyle toplanmalarıdır. Evet, İsrâfil'in borusu olan
SUR'u, ordunun borazanından geri olmadığı gibi, ebedler tarafında ve zerreler
âleminde iken Ezel cânibinden gelen اَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ hitâbını işiten ve قَالُوا بَلَى ile cevab veren ervahlar, elbette ordunun neferatından binler
derece daha müsahhar ve muntâzam ve mutîdirler. Hem değil yalnız ruhlar, belki
bütün zerreler dahi, bir ordu-yu Sübhânî ve emirber neferleri olduğunu kat'î
bürhânlarla Otuzuncu Söz isbat etmiş.
İKİNCİ MES'ELE: Cesedlerin ihyası misâli ise: Çok büyük bir
şehirde, şenlik bir gecede, birtek merkezden, yüzbin elektrik lâmbaları, âdeta
zamansız bir anda canlanmaları ve ışıklanmaları gibi, bütün Küre-i Arz yüzünde
dahi, birtek merkezden yüz milyon lâmbalara nur vermek mümkündür. Mâdem Cenâb-ı
Hakkın elektrik gibi bir mahlûku ve bir misâfirhanesinde bir hizmetkârı ve bir
mumdarı, Hâlıkından aldığı terbiye ve intizâm dersiyle bu keyfiyyete mazhar
oluyor. Elbette elektrik gibi binler nuranî hizmetkârlarının temsil ettikleri,
hikmet-i İlâhiyyenin muntâzam kanunları dairesinde Haşr-i A'zam tarfetül-ayn'da
vücûda gelebilir.
ÜÇÜNCÜ MES'ELE, Kİ : Ecsâdın def'aten inşasının misâli ise;
sh:» (S: 118)
bahar mevsiminde birkaç
gün zarfında nev-i beşerin umumundan bin derece ziyade olan umum ağaçların
bütün yaprakları, evvelki baharın aynı gibi birden mükemmel bir sûrette
inşaları ve yine umum ağaçların umum çiçekleri ve meyveleri ve yaprakları,
geçmiş baharın mahsulâtı gibi, berk gibi bir sür'atle îcadları; hem o baharın
mebde'leri olan hadsiz tohumcukların, çekirdeklerin, köklerin, birden beraber
intibahları ve inkişafları ve ihyâları; hem kemiklerden ibaret olarak ayakta
duran emvat gibi bütün ağaçların cenazeleri bir emir ile def'aten «Ba'sü Ba'del
Mevt» e mazhariyetleri ve neşirleri;
hem küçücük hayvan tâifelerinin hadsiz efradlarının gâyet derecede san'atlı bir
Sûrette ihyâları; hem, bilhassa sinekler kabîlelerinin haşirleri ve bilhassa
daima yüzünü, gözünü, kanadını temizlemekle bize abdesti ve nezâfeti ihtar eden
ve yüzümüzü okşayan gözümüz önündeki kabîlenin bir senede neşrolan efrâdı,
benî-âdemin Âdem zamanından beri gelen umum efradından fazla olduğu halde, her
baharda sâir kabîleler ile beraber birkaç gün zarfında inşaları ve ihyâları,
haşirleri; elbette Kıyâmette ecsad-ı insâniyenin inşasına bir misâl değil,
belki binler misâldirler.
Evet dünya dârül-hikmet
ve âhiret dârül-kudret olduğundan; dünyada Hakîm, Mürettib, Müdebbir, Mürebbi
gibi çok isimlerin iktizasıyla, dünyada îcad-ı eşya bir derece tedricî ve zaman
ile olması; Hikmet-i Rabbâniyyenin muktezası olmuş. Âhirette ise, hikmetten
ziyade kudret ve rahmetin tezâhürleri için maddeye ve müddete ve zamânâ ve
beklemeye ihtiyaç bırakmadan birden eşya inşa ediliyor. Burada bir günde ve bir
senede yapılan işler, âhirette bir anda, ve bir lemhada inşasına işareten
Kur'an-ı Mu'cizül-Beyân وَمَآ اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ ferman eder. Eğer haşrin gelmesini, gelecek baharın gelmesi gibi,
kat'î bir sûrette anlamak istersen; haşre dair Onuncu Söz ile Yirmidokuzuncu
Söze dikkat ile bak, gör. Eğer baharın gelmesi gibi inanmaz isen, gel parmağını
gözüme sok...
DöRDÜNCÜ MES'ELE olan mevt-i dünya ve kıyâmet kopması ise:
Bir anda bir seyyâre veya bir kuyruklu yıldızın emr-i Rabbânî ile Küremize,
misafirhânemize çarpması; bu hânemizi harab edebilir. On senede yapılan bir
sarayın, bir dakikada harab olması gibi...
***
sh:» (S: 119)
Zeylin Dördüncü parçası
قَالَ مَنْ
يُحْيِ الْعِظَامَ وَهِىَ رَمِيمٌ قُلْ يُحْيِيهَا
الَّذِ اَنْشَاَهَآ
اَوَّلَ مَرَّةٍ وَهُوَ بِكُلِّ
خَلْقٍ عَلِيمٌ
Yâni,
insan der: «Çürümüş kemikleri kim diriltecek?» Sen, de: «Kim, onları bidayeten
inşa edip hayat vermiş ise o diriltecek.»
Onuncu
Sözün Dokuzuncu Hakikatının Üçüncü temsilinde tasvir edildiği gibi; bir zat göz
önünde bir günde yeniden büyük bir orduyu teşkil ettiği halde, biri dese: «Şu
zat, efradı istirahat için dağılmış olan bir taburu bir boru ile toplar, tabur
nizâmı altına getirebilir.» Sen ey insan, desen «İnanmam.» Ne kadar divânece
bir inkâr olduğunu bilirsin. Aynen onun gibi; hiçlikten, yeniden ordu-misâl
bütün hayvânat ve sâir zîhayatın, tabur-misâl cesedlerini kemâl-i intizâmla ve
mîzan-ı hikmetle o bedenlerin zerratını ve letâifini emr-i كُنْ فَيَكُونُ ile kaydedip
yerleştiren ve her karnda, hattâ her baharda ruy-i zeminde yüz binler
ordu-misâl zevil-hayatın envâlarını ve tâifelerini îcad eden bir Zât-ı Kadîr-i
Alîm, tabur-misâl bir cesedin nizâmı altına girmekle birbiriyle tanışan
zerrat-ı esâsiyye ve eczâ-i asliyyeyi bir sayha ile Sûr-u İsrâfilin borusuyla
nasıl toplayabilir? İstib'âd sûretinde denilir mi? Denilse, eblehcesine bir
divâneliktir.
Hem, Kur'an kâh oluyor ki; Cenâb-ı Hakkın âhirette hârika
ef'allerini kalbe kabûl ettirmek için, ihzâriye hükmünde ve zihni tasdike
müheyya etmek için, bir i'dâdiye sûretinde, dünyadaki acâip ef'âlini zikreder.
Veyahut, istikbalî ve uhrevî olan ef'âl-i acîbe-i
sh:» (S: 120)
İlâhiyyeyi öyle bir
sûrette zikreder ki, meşhudumuz olan çok nazireleriyle onlara kanaatımız gelir.
Meselâ:
اَوَلَمْ يَرَالاِنْسَانُ
اَنَّا خَلَقْنَاهُ مِنْ نُطْفَةٍ فَاِذَا
هُوَ خَصِيمٌ مُبِينٌ
tâ, Sûrerin âhirine
kadar... İşte şu bahiste Haşir mes'elesinde Kur'an-ı Hakîm haşri isbat için
yedi-sekiz Sûrette, muhtelif bir tarzda isbat ediyor.
Evvelâ: Neş'e-i Ulâyı nazara verir. Der ki: Nutfeden
alakaya, alakadan mudğaya, mudğadan, tâ hilkat-i insâniyyeye kadar olan
neş'etinizi görüyorsunuz... Nasıl oluyor ki: «Neş'e-i Uhra» yı inkâr
ediyorsunuz?.. O, onun misli, belki dâva ehvenidir. Hem, Cenâb-ı Hak, insana
karşı ettiği ihsânat-ı ezîmeyi:
اَلَّذِى جَعَلَ
لَكُمْ مِنَ الشَّجَرِ الاَخْضَرِ
نَارًا kelimesiyle işaret edip der: Size böyle
ni'met eden bir zât, sizi başıboş bırakmaz ki, kabre girip kalkmamak üzere
yatasınız. Hem remzen der: Ölmüş ağaçların dirilip yeşillenmesini görüyorsunuz.
Odun gibi kemiklerin hayat bulmasını kıyas edemeyip istib'âd ediyorsunuz. Hem,
Semâvat ve Arzı halkeden, Semâvat ve Arzın meyvesi olan insanın hayat ve
mematından âciz kalır mı? Koca ağacı idare eden, o ağacın meyvesne ehemmiyet
vermeyip başkasına mal eder mi? Bütün ağacın
neticesini terketmekle, bütün eczasıyla hikmetle yoğrulmuş hilkat
neticesini terketmekle, bütün eczasıyla hikmetle yoğrulmuş hilkat şeceresini
abes ve beyhûde yapar mı zannedersiniz? Der: Haşirde sizi ihya edecek Zât, öyle
bir Zâttır ki, bütün kâinat Ona emirber nefer hükmündedir. Emr-i كُنْ فَيَكُونَ e karşı kemâl-i inkıyad ile serfürû eder. Bir
baharı halketmek, bir çiçek kadar Ona ehven gelir. Bütün hayvanatı îcad etmek,
bir sinek îcadı kadar kudretine kolay
gelir bir Zâttır. Öyle bir Zâta karşı: مَنْ يُحْيِ
الْعِظَامَ deyip kudretine karşı
ta'ciz ile meydan okunmaz!
Sonra, فَسُبْحَانَ
الَّذِى بِيَدِهِ
مَلَكُوتُ كُلِّ
شَىْءٍ tâbiriyle; herşey'in
sh:» (S: 121)
dizgini elinde,
herşey'in anahtarı yanında, gece ve gündüzü, kış ve yazı bir kitap sahifeleri
gibi kolayca çevirir. Dünya ve âhireti iki menzil gibi; bunu yapar, onu açar
bir Kadîr-i Zülcelâldir. Mâdem böyledir, bütün delâilin neticesi olarak: وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ yâni; kabirden sizi ihyâ edip, haşre
getirip huzur-u kibriyâsında hesabınızı görecektir.
İşte şu âyetler, haşrin kabûlüne zihni müheyya etti. Kalbi
de hâzır etti. Çünki: Nezâirini dünyevî ef'âl ile de gösterdi. Hem, kâh oluyor
ki: Ef'âl-i uhreviyyesini öyle bir tarzda zikreder ki: Dünyevî nezâirlerini
ihsas etsin. Tâ istib'âd ve inkâra meydan kalmasın, meselâ: اِذَا الشَّمْسُ
كُوِّرَتْ ilâahir.. ve اِذَا السَّمَآءُ
انْفَطَرَتْ ilâahir.. ve اِذَا
السَّمآءُ انْشَقَّتْ
İşte şu sûrelerde, kıyâmet ve haşirdeki inkılâbât-ı azîmeyi
ve tasarrufat-ı Rubûbiyyeti öyle bir tarzda zikreder ki; insan onların
nazirelerini dünyada, meselâ güzde, baharda gördüğü için, kalbe dehşet verip
akla sığmayan on inkılâbatı kolayca kabûl eder. Şu üç sûrenin meâl-i icmâlîsine
işaret dahi pek uzun olur. Onun için birtek kelimeyi nümune olarak
göstereceğiz. Meselâ:
اِذَا الصُّحُفُ
نُشِرَتْ kelimesiyle ifade eder ki: Haşirde
herkesin bütün a'mâli bir sahife içinde yazılı olarak neşrediliyor. Şu mes'ele
kendi kendine çok acîb olduğundan akıl ona yol bulamaz. Fakat, sûrenin işaret
ettiği gibi haşr-i baharîde başka noktaların naziresi olduğu gibi, şu neşr-i
suhuf naziresi pek zâhirdir. Çünki: Her meyvedâr ağaç, ve çiçekli bir otun da
amelleri var, fiilleri var, vazifeleri var. Esmâ-i İlâhiyyeyi ne şekilde
göstererek tesbihat etmiş ise ubûdiyyetleri var. İşte onun bütün bu amelleri
tarih-i hayatlariyle beraber umum çekirdeklerinde, tohumcuklarında yazılıp
başka bir baharda, başka bir zeminde çıkar. Gösterdiği şekil ve Sûret lisaniyle
gâyet fasih bir Sûrette analarının ve asıllarının a'mâlini zikrettiği gibi dal,
budak, yaprak, çiçek ve meyveleriyle sahife-i a'mâline neşr-
sh:» (S: 122)
eder. İşte gözümüzün
önünde bu Hakîmâne, Hafîzâne, Müdebbirâne, Mürebbiyâne, Lâtifâne şu işi yapan
Odur ki, der: اِذَا الصُّحُفُ
نُشِرَتْBaşka noktaları buna
kıyas eyle. Kuvvetin varsa istinbat et. Sana yardım için bunu da söyliyeceğiz.
İşte: اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ Şu kelâm, tekvir lâfziyle,
yâni, sarmak ve toplamak mânâsiyle parlak bir temsile işaret ettiği gibi,
nazirini dahi îma eder.
Birinci: Evet, Cenâb-ı Hak tarafından adem ve esîr ve Semâ
perdelerini açıp, Güneş gibi dünyayı ışıklandıran pırlanta-misâl bir lâmbayı,
hazine-i rahmetinden çıkarıp dünyaya gösterdi. Dünya kapandıktan sonra o
pırlantayı perdelerine sarıp kaldıracak.
İkinci: Veya ziya
metâını neşretmek ve zeminin kafasına ziyayı zulmetle münâvebeten sarmakla
muvazzaf bir memur olduğunu ve her akşam o memura metâını dahi toplattırıp
gizlendiği gibi, kâh olur bir bulut perdesiyle alışverişini az yapar. Kâh olur;
Ay onun yüzüne karşı perde olur; muamelesini bir derece çeker. Metâını ve
muamelât defterlerin topladığı gibi elbette o memur bir vakit o memuriyetten
infisal edecektir. Hattâ hiç bir sebeb-i azl bulunmazsa, şimdilik küçük, fakat
büyümeye yüz tutmuş yüzündeki iki leke büyümekle, güneş, yerin başına izn-i
ilâhî ile sardığı ziyayı, emr-i Rabbânî ile geriye alıp, güneşin başına sarıp
«Haydi yerde işin kalmadı der, cehenneme git, sana ibâdet edip senin gibi bir
memur-u Mûsahharı sadakatsizlikle tahkir edenleri yak» der اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ fermanının lekeli siyah yüzüyle yüzünde okur.
* * *
sh:» (S: 123)
Zeylin Beşinci parçası
Evet, Nass-ı Hadîs ile
nev-i beşerin en mümtaz şahsiyetleri olan yüz yirmidört bin Enbiyanın icmâ ve
tevâtür ile, kısmen şuhuda ve kısmen hakkel-yakîne istinaden, müttefikan
âhiretin vücudundan ve insanların oraya sevk edileceğinden ve bu kâinat
Hâlikının kat'î vaad ettiği âhireti getireceğinden haber verdikleri gibi; ve
onların verdikleri haberi keşif ve şuhud ile ilmel-yakîn Sûretinde tasdik eden
yüz yirmidört milyon Evliyânın o âhiretin vücuduna şehadetleriyle ve bu
kâinatın Sâni-i Hakîminin bütün esmâsı bu dünyada gösterdikleri cilveleriyle
bir âlem-i bekayı bilbedâhe iktiza ettiklerinden yine âhiretin vücudan
delâletiyle; ve her sene Baharda Ruy-i Zeminde ayakta duran had ve hesaba
gelmez ölmüş ağaçların cenazelerini emr-i كُنْ فَيَكُونَ ile ihya edip بَعْثُ
بَعْدَ الْمَوْتِ e mazhar eden ve haşir ve neşrin yüz binler nümunesi
olarak nebâtat taifelerinden ve hayvanat milletlerinden üçyüz bin nev'leri
haşir ve neşir eden hadsiz bir Kudret-i Ezeliyye ve hesapsız ve israfsız bir
Hikmet-i Ebediyye ve rızka muhtaç bütün zîruhları kemâl-i şefkatle gâyet hârika
bir tarzda iâşe ettiren ve her baharda az bir zamanda had ve hesaba gelmez
enva-ı zînet ve mehâsini gösteren bir Rahmet-i Bâkiye ve bir İnayet-i Dâime;
bilbedâhe âhiretin vücudun istilzam ile, ve şu kâinatın en mükemmel meyvesi ve
Hâlik-ı kâinatın en sevdiği masnûu ve kâinatın mevcûdâtiyle en ziyâde alâkadar
olan insandaki şedit, sarsılmaz, daimî olan «aşk-ı beka» ve «şevk-i ebediyyet»
ve «âmâl-i sermediyyet» bilbedâhe işareti ve delâletiyle, bu âlem-i fâniden
sonra bir âlem-i bâki ve bir dâr-ı âhiret ve bir dâr-ı saâ-
sh:» (S: 124)
det bulunduğunu o derece
kat'î bir Sûrette isbat ederler ki: Dünyanın vücudu kadar, bilbedâhe âhiretin
vücudunu kabûl etmeyi istilzam ederler. (Hâşiye) Mâdem Kur'an-ı Hakîmin bize
verdiği en mühim bir ders; îman-ı bil-âhirettir ve o îman da bu derece
kuvvetlidir ve o îmanda öyle bir rica ve bir teselli var ki: Yüzbin ihtiyarlık
bir tek şahsa gelse, bu îmandan gelen teselli, mukabil gelebilir. Biz
ihtiyarlar اَلْحَمْدُ
لِلَّهِ عَلَى كَمَالِ اْلاِيمَانِ
deyip ihtiyarlığımıza sevinmeliyiz...
***
_______________
(Haşiye) : Evet, sübûti bir emri, ihbar etmenin kolaylığı
ve inkâr ve nefyetmenin gâyet müşkil olduğu, bu temsilden görünür. Şöyle ki;
biri dese: Süt konserveleri olan gâyet
hakîka bir bahçe, küre-i Arz üzerine
vardır. Diğeri dese: Yoktur. İsbat
eden, yalnız onun yerini veyahut Bâzı meyvelerini göstermekle
kolayca dâvasını isbad eder, İnkâr eden
adam, nefyini isbat etmek için küri Arz
bütün görmek ve göstermekle dâvasını isbat etmek için Küre-i
Arzı bütün görmek ve göstermekle
davâsını isbat edebilir. Aynen öyle de, Cenneti ihblar edenler yüzbinler teraşşuhatını, meyvelerini, âsarını gösterdiklerinden
kat-ı nazar, iki şâhid-i sâdıkın sübûtuna şehadetleri kâfi gelirken onu
inkâr eden hadsiz bir kâinatı ve hadsiz ebedi zaman
temaşa etmek ve görmek ve eledikten sonra inkârını isbat edebilir;
ademini gösterebilir. İşte ey ihtyar kardeşler, îman-ı âhiretin ne kadar
kuvvetli olduğunu anlayınız...
Said Nursi